Tabii ve stabil bir yaşam tarzının egemen olduğu toplumlarda anormal durumlar ya da inişli çıkışlı süreçler her daim sancılı geçmiştir. İnsan yapısı gereği değişime pek açık olmayan bir canlıdır. Bu durum zorlukların ya da çaresizliğin arttığı süreçlerde değişerek karşımıza çıkmaktadır. Sözgelimi uzun yıllar giydiğimiz bir ayakkabının eskimesi ile yeni bir ayakkabı alacak olsak aldığımız ayakkabıya alışmamız biraz süre alır. Çünkü değişim öyle çabuk bir şekilde insan ruhunun alışabileceği bir süreç olmuyor. Ancak zaruretler bu süreci insanoğluna kabullendirebiliyor. Bu yüzdendir ki insanlar var olan düzenin devam etmesini arzu etmiştir. Ne yazık ki bu talepler insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman karşılık bulamamış. Yaşadığımız çağda değişimin ve dönüşümün adeta ışık hızı ile gerçekleştiği bir dönem olmuştur. Küresel ölçekte gerçekleşen durumlar insanı doğrudan etkiler bir durum almıştır. Dünya nimetlerini hoyratça kullanma ve bunların ciddi bir rant kapısına dönüştürme arzusu zamanla yıkıcı bir hal alır duruma geldi. Bugün dünyayı kasıp kavuran virüs dahil olmak üzere birçok anormal süreç insanın dünya düzenine meydan okuma çabasından başka bir şey değildir. Küçük bir köye çevirdiğimiz gezegenimizi insan eliyle bir şekilde yaşanmaz bir cehenneme dönüştürme yolunda ilerliyoruz. Artan jeopolitik ve jeostratejik kaygılar ülkeleri farklı arayışlara sürüklemekte, bu da felaketlerin kapısını birer birer aralamaktadır. Ülkelerin kaygıları temelde güvenliğin tesisi, iktisadi sürecin devamlılığı ve kendi milletinin bekası özelinde artan bazı olgularla şekillenmektedir. Amerika’nın atom bombasının kullanması da, Rusya’nın Asya’da rol kapma yarışıda, Çin’in çok ucuz iş gücü ile üretim yapması ulus devlet nizamlarının diğer ülkelere karşı caydırıcı bir unsur haline gelme çabasıdır.
İnsanlık tarihi ve dünyadaki mevcut konjoktürel yapıların varlığı maalesef az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri zor duruma sokmaktadır. Bugün Türkiye özelinde küresel krizlerin yarattığı travmalara baktığımızda acı bir tablo ile karşılaştığımıza şahit olacağız. Osmanlı bakiyesi üzerine inşa edilen ülkemizin karanlık odaklar eliyle belli dönemlerde engellendiği ve geri plana itildiğini görmekteyiz. Ege kıyılarındaki on iki ada meselesi, Kıbrıs adasında yaşanan mücadeleler, Ermenilerin lobi faaliyetleri, Suriye krizinde ortaya çıkan çarpık denklemlerin varlığı ve son olarak Akdeniz’deki zengin kaynakların paylaşımı meselesinde Türkiye ne yazık ki her daim yalnız bırakılmıştır. Tabi bu yalnız bırakma süreçleri sadece diplomatik alana yansımamış bunun dışında toplumu doğrudan etkileyen ekonomik bir takım yaptırımları devreye almak suretiyle de gerçekleşmiştir. Kıbrıs harekâtında yapılan ambargo, Ermeni lobicilerin sözde soykırım dayatmalarının getirdiği diplomatik yalnızlığın ekonomiye etkisi ve son olarak Suriye kriz ile Türkiye’nin sırtına bindirilen ağır iktisadi faturalar. Büyük ülke olma yolunda ilerleyen her alanda gelişmiş teknolojiler ve yatırım hamleleri yapan Türkiye’yi ne yazık ki belli odaklar eliyle hem dışardan hem de içerden ekonomik bir çıkmazın içine sürüklemiş vaziyette. Dışardan gelen hamleler genelde döviz kuru üzerinden ya da yabancı bazı büyük şirketlerin yatırım kaynaklarının ülke içerisinden çekerek gerçekleşmektedir. Ülke içerisinde ise satılık ve karakter yoksunu bazı iş bilmezler eliyle toplumdaki güven ve adalet duygusunun törpülenmesi suretiyle devreye sokulmaktadır. Temelde güven duygusunun kaybolması ile yatırım ortamı kaybolmakta bu da ülke içerisinde yatırım kaynaklarının azalmasına ve yatırımcıların hem dışardan hemde içerden ekonomiye katkı sunmasını engellenmektedir. Bu zamanla öyle bir hale bürünüyor ki toplumun büyük bir kesimini yarınlara mutlu ve huzurlu çıkabilme hayalini sekteye uğratıyor. Ekonomik kaygılar, alım gücünün azalması ile beraber insanlar lüks ihtiyaçları bir kenara bırakmaktadır. Bu nedenle toplumda zaruri ihtiyaçlar listesinde başı çeken temel tüketim ürünlerine olan ilgi daha da fazla artmaktadır. Bu da bazı tüketim mallarında anormal artışlara karaborsacılığa ve stokçuluğun yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Halbuki Türkiye kendi ürettikleri ile kendi kendine yetebilme özelliğine sahip ender ülkelerden biriydi. Alım gücünün azalması fırsatçılar eli ile gerçekleşirken, ülke para biriminin değer kaybetmesi ise iş bilmez bazı siyasi odakların açıklamaları ve çarpık ilişkilerinin medyaya yansıması ile oluşmaktadır. Temelde güvene dayalı ve insan psikolojisi ile doğrudan orantılı olan ekonominin devlette rol sahibi olan kişiler eliyle yeniden rayına oturmasıpekala mümkündür. Bunun için kararlı bazı adımların atılması elzemdir. Bunlar içinde yap-işlet-devret (zulmet) modelinin terk edilerek zaten devlet eliyle verilen kredilerin devletin kurumlarına verilerek özel sektörün devlete yük olması engellenmeli, siyaset sahnesinde boy gösteren kişilerin fütursuzca kamuya ait kaynakların belli çevrelerin yararına sunması engellenmeli, siyasette şahısların yanlışları iktidara mal olmadan kişilerin biletleri kesilmeli gerekirse adil bir şekilde yargılanmalı, belli zümrelerin bürokraside ön plana çıkmasına adeta beşik uleması şeklinde bir tablonun varlığı yasalarla engellenmeli, ekonomiye konu olan kurum ve kişilere müdahale veya önerilere bir an önce son verilerek zamanla toplumu karamsarlığa sürükleyen hazin tablonun kaybolacağı inancındayım. Böylece toplumsal barış ve geleceğe dair umutlar Anadolu coğrafyasında yeniden yeşererek ülkenin asıl gündemi olan konular ön plana çıkacaktır.Aksine atılacak her menfi adımda ülkenin üzerindeki kara bulutlar biraz daha artarak insanların aydınlık yarınlara ulaşma hayalleri suya düşecektir.