A.Kader: Yaygın dil örfünde kader, önceden takdir edilmiş bir olayın zamanı gelince ve tam yerinde vuku bulmasıdır. Bazan kader yerine “kaza” da kullanılır.
Daha şiirsel ifadesiyle buna “alın yazısı” denir. “Felek, şans, talih” gibi kelimeler de kader inancını destekler. Başımıza gelen bir felaket, aynı kökten türediği “felek”le, gök cisimlerinin üzerimizdeki derin etkisiyle ilgilidir. Astrologlar (münnecimler), haftalık, aylık, yıllık kaderimizi okuduklarını iddia ederler. Hakikatte müneccim okumanın hiçbir gerçeklik değeri yoktur.
İster kader ve kazada, ister alın yazısı ve feleğin icrasında aşkın-gaybi (metafizik) bir gücün kişi veya kişiler hakkında önceden bir belirlemede bulunduğuna inanılır. Bundan kaçış olmaz. Böyle durumda kadere boyun eğmekten başka çare yoktur. “Mine’l mektup ma-fi mehrub!”
B. Takdir: Üstün bir güç (Tanrı), otorite veya yetkili kişilerin/meclisler vaz’ettiği yasa, takdir ettikleri teamüller/kurallar mecmuası. Takdir’i deprem olayına uygulamaya çalıştığımızda şu olgu ortaya çıkar: Deprem yer küresini sallayan fiziki bir olgu olup bundan kırılan fay hattının üzerindeki yapı (ev, işyeri vs.) etkilenir. Zemin, donanım (yapı malzemesi) ve kat yüksekliği bilimsel verilere uygunsa yapı ya hasar görmez veya hasarı az olur.
Şu veya bu büyüklükteki bir depremde zemin, donanım ve kat yüksekliği mevzuata aykırı durumunda olan binanın yıkılması bir yasa olduğu gibi; binanın mukavemet gösterip yıkılmaması da yasa gereğidir. Daha basit örneklerle ifade etmek gerekirse, elini ateşe sokanın eli yanar, yüzme bilmeyen denizde boğulur, yüksek bir yerden düşen ölür veya sakatlanır, evini dere yatağında kuran sele maruz kalır.
Şu halde kader, takdir edilmiş yasanın/hükmün ihlal edilmesi durumunda maruz kalınan durumdur.
Aristo, bıçağın erdeminin kesmek olduğunu düşünüyordu. Yasa, adam öldürmeyi yasaklar; bıçakla adam öldüren. katil olup yargılanır ve hüküm giyer. Burada bıçak, erdemiyle iş görmüş ama fail/özne onu suç eyleminde kullanmıştır. Öyleyse suçu bıçağı imal edende veya bıçakta değil, onu suç unsuru olarak kullanan katilde aramak gerekir.
Buradan “kader mahkumları”na bir referans verdiğimizde, eğer ustası tarafından üretilen bıçağı katil bir suç aleti olarak kullanıp adam öldürmüşse ve bu hem katilin hem maktulun alın yazısı- ise, -ki buna “kader mahkumları veya kader kurbanları” denir, bu durumda katilin suçu yoktur, yargılanmaması ve cezalandırılmaması gerekir. Cebriyeciler, katilin de maktulun de kendi fiillerinin yaratıcıları olmadıklarını, katilin ve maktulün bir kader üzere bu olayı yaşadıklarını iddia ediyorlardı.
Eğer olay ve olgular önceden belirlenmiş ise ve bizim olayların ve olgunun cereyanında iradi bir dahlimiz söz konusu değilse, bu durumda, suçu, mahiyeti hakkında tam bilgi sahibi olamadığımız bir güçte –ki genellikle Allah’ta veya talihsizliğimizde, feleğin sillesinde- arayacağız. İşte bu, genel geçer kader anlayışının özet ifadesidir.
- Tevekkül ederek kaderden kadere sığınmak
Fiziki ve toplumsal olayları algılamada yanlış bir semantiğe sahip olarak kültüre girmiş bulunan diğer anahtar kavram “tevekkül”dür. “Vekil”le aynı aileden bu kelime aslında birine itimat etmek; onu kendi yerine yetkili, koruyucu, sorumlu kılmak gibi anlamlara gelir. Yaygın kültürde tevekkül, insanın aşkın (müteal) ve mutlak kudret sahibi Allah’a olan sonsuz itimadından dolayı işlerini O’na havale etmesi, hatta kendisine ait sorumlulukları ve görevleri Allah’a yüklemesidir.
a. Bir bedevi Allah’ın Resulü (s.a.)’ne gelir ve devesini dışarıda bırakıp Allah’a tevekkül ettiğini söyler. Allah’ın Resulü, ona şöyle der: “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!” (Tirmizi, Kıyamet, 60.)
b. Şam’da salgın hastalık olduğunu öğrenen Hz. Ömer, şehre girişi ve çıkışı yasaklayınca Ubeyd bin Cerrah ona “Sen Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Halife şöyle cevap verir: “-Evet, Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyorum!” (Buharî, Tıb: 30; Müslim, Selâm: 98)
İki aşırı ucun birinde deveyi kendi başına bırakıp onun koruyuculuğunu Allah’a bırakmak, diğer ucunda Allah’ı hiç hesaba katmadan deveyi bağlamakla yetinmek söz konusudur. Hz. Peygamber (s.a.), iki aşırı uc (ifrat ve tefrit) arasında maddi tedbiri (deveyi bağlamayı) öncelemekte, arkasından Allah’a tevekkülü ihmal etmemektedir.
- İnsan kendi eylemlerinin yaratıcısı mı, değil mi?
Cebriye insanın Tanrı ve kader karşısında rüzgarın önünde savrulan bir güz yaprağı gibi olduğunu iddia ederken, Mutezile, insan kendi eylemlerinin yaratıcısıdır, dolayısıyla yapıp ettiklerinden sorumludur tezini savunuyordu. Bu konuda Eş’ari kelamcıların geliştirdiği formül gayet açıklayıcı oldu. Eş’ariler derler ki “olayları ve olguları yaratan Allah, olaylardan ve olgulardan kendi yararına (kesb) veya zararına (iktisab) sonuç elde eden insandır.”
Deprem yerküresinin alt tabakalarında vuku bulan fiziki hareketliliktir, hareket ilahi yasalara/kadere (ölçü ve prosedüre) göre işlemektedir, bu tabiatta geçerli adetullahtır, yerküresine hayli büyük faydaları vardır. Nasıl işlediğini bilip ona göre yerleşim modelleri geliştiren insan bundan yararlanır, tedbirsiz/cahil ve muhteris davranan insan bundan zarar görür.
- “Önce tedbir, sonra takdir!” “Tedbir” insanın iradesi ve kudreti dahilinde herhangi bir olayın veya olgunun vukuundan önce başvuracağı işlemler; “takdir” işleyen yasadır. Yasayı takdir eden de Allah, insana yasaya yasa ile karşılık verme gücünü, bilgi ve donanımı veren yine Allah’tır. Bu durumda tedbirini alırsan tabiattaki bütün olaylardan yararlanırsın; tedbirini almayıp işi takdire bırakırsan zarar görürsün.
8.Allah’tan bağımsız tabiat olayı mümkün mü?
Bu sorunun bizim konumuzla yakın ilişkisi var. Şöyle ki:
Yüce Allah varlık alemine mutlak manada ilmi, iradesi ve kudretiyle hakimdir. Kozmik düzen ve tabiat yasalarla varoluşlarını sürdürmektedir. Yasaları vaz’eden Allah’tır –biz buna takdir-i ilahi deriz- kimsenin bu yasaları değiştirmeye veya temellük etmeye gücü ve yetkisi olmadığını anlatmak üzere Allah bize kendini yasalar üzerinden ifade etmektedir. Bunun manası şudur:
Eğer tedbirsizlik sonucu kişi yüksek bir yerden düşüp ölmüşse bu ilahi yasa gereğidir, bu ölüm tarzını belirleyen Allah’tır ama kişiyi yüksek yerden itip ölümüne sebep olan Allah değildir. Kişi ya kendi tedbirsizliği veya birisinin itmesiyle bu yasayı işler hale getirmiş ve ölmüştür. Fay hattı üzerinde çürük malzeme ile ev yapanın ölmesi Allah’ın işleyen yasadır, takdiridir, onu öldüren deprem değil depremin tabi olduğu yasadır (Adetullah).
Ancak bir bölüm Metizili veya Meşşai’nin öne sürdüğünün aksine tabiat yasaları mutlak değildir, özel veya istisnai zamanlarda ilahi müdahale ile iptal olur. Bir bakıma İlahi irade kulun attığı adıma göre tecelli eder. Bu konu bizi “dua” ve “mucize” olayının kapısına götürüp bırakmaktadır.
9.Dua: Allah insan ilişkisinde “dua”! Mü’min’in hayatında duanın merkezi bir yer tuttuğunda şüphe yok:
a. “Sizin duanız olmasaydı ne işe yarardınız” (25/Furkan, 77.)
b. “Allah insana şah damarından daha yakındır” (Kaf, 16.)
c. “Allah insan ile kalbi arasına girer” (8/Enfal, 24.)
d. “Bana dua edin, size icabet edeyim” (Mü’min, 60.)
Sorumuz şu: Eğer tabiat yasaları mutlak ise “dua ve mucize’nin anlamı nedir?
Kozmik düzen ve tabiat yasalarının mutlaklığı karşısında Allah’a dua etmenin anlamı kalmaz, çünkü bu Allah’ın yasalara güç yetiremeyeceği düşüncesini öne çıkarır. Ancak önce eylem (amel), sonra dua:
Rebî b. Enes’ten nakledildiğine göre, el-Hasen, yüce Allah’ın; “Bana dua edin, size icabet edeyim,” (40/Mü’min, 60) sözü hakkında şöyle dedi: “Amel edin ve müjdeleyin! Çünkü iman edip salih amel işleyenlerin dualarına icabet etmesi ve lütfundan (fadl) onlara daha fazla ihsanda bulunması Allah’ın üzerinde bir haktır.” (Taberani, Dua, 9.)
Bu hadisten anlıyoruz ki, önce amel (fiil/eylem), sonra dua. Son zamanlarda “amel”e “fiili dua” denmeye başlandı. Fakat yine mutlaklaştırmaya gidersek, bu sefer fiili dua, kavli (sözel) duanın önüne geçmekle kalmaz, onu mutlak olarak belirler ki, bu durumda da kavli (sözel) duaya lüzum kalmaz. Nitekim atesit veya deist ellerini kaldırıp dua etme lüzumunu hissetmeden yasalara/mevzuata uygun bina inşa ettiğinde depremden sağ kurtulur, dua ile yetinen zarar görür.
Dua’nın fizik yasaları değiştirme etkisi yoktur; ne olumlu ne olumsuz mahiyette talep Allah’ın sünnetine aykırıdır. Bakire bir kız gece gündüz çocuk talep etsin, evlenmedikçe çocuk sahibi olamaz.
Akla ilk gelen açıklayıcı cümle, dua edenin teselli bulmasıdır. Fakat bu da ikna edici değildir.
Bana göre dua, insanın Allah’tan kendisini kevni (kozmik ve tabii) yasalara, şer’i (ilahi hükümlere) yani bilimsel temele dayalı deprem mevzuatına/yönetmeliğine göre hareket etmeye yönlendirmesi (hidayete erdirmesi) için yüce Allah’tan yardım ve destek talep etmesidir. Onu kevni ve şer’i yasalara aykırı hareket ettiren bilgisizlik/cehalet değil, nefsinin tutukları yani daha çok kazanç, hırs, doymazlık, başkalarına zarara mal olan aldırmazlığıdır. Dört kata dayanıklı bir zemin üzerinde 14 kat çıkmak, meşru olmayan 10 kat üzerinden daha çok para kazanmak, insanları ölümcül tehlike altına sokma pahasına bina yapıp satmaktır.
Hz. Peygamber (s.a.)’in şu duası meramımızı tam olarak açıklar: “Allah’ım, beni doğru yola iletmeni ve o yolda başarılı kılmanı niyaz ederim.” (Müslim, Zikr, 78.) O, hayatı boyunca Allah’tan kendisine hakkı hak olarak gösterip ona tâbi olmayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan kaçınmayı diledi. Hak ilahi hükümlere (kevni ve şer’i) yasalara tabi olmaktır ki, bu Kur’an’ın en üstün değer kabul ettiği “takva”dır. Takvası olamayan müteahhitler, yerel ve merkezi yöneticiler, bürokratlar, yapı denetim şirket elemanları, kolan kesenler depremde ölenlerden ve zarar görenlerden sorumludurlar.
Yasaların işleyişini mutlaklaştırımızda peygamberler eliyle gösterilen mucizeler de izah edilemez: Mucize istisnai zamanda tabiat yasasının onu Vaz’eden tarafından geçici olarak iptal edilip tarihe müdahale edilmesidir. Mülk aleminde hükmünü icra eden bir yasa melekut alemine ait bir yasanın işlemeye başlamasıyla hükmünü kaybeder; Eş’ari’nin dediği gibi ateş yakmaz olur, İbrahim kurtulur; su boğmaz olur Musa ve kavmi Kızıldeniz’den selamete geçerler. Basit bir örnek, Anayasa Mahkemesi, Meclis’in çıkardığı bir yasayı iptal eder.
Fakat bu istisnai bu durumdur ve yüce Allah’ın tarihe müdahele etme iradesiyle ilgilidir. Hükmünü icra eden norm, tabiat yasalarının hükmünü icra etmesidir ki, Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz.
10.Tarihsel ve toplumsal yasalar
Varlıkta fizik yasalar olduğu gibi tarihte ve toplumsal hayatta da hükmünü icra eden yasalar vardır. Belli sebepler bir araya geldiğinde belli sonuçlar doğar.
“O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (takipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkan) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur.” (13/Ra’d, 11.)
İnsanın eylemlerinin sonuçları sadece kendine değil tabiata, canlı hayata ve hatta kozmik düzene kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda denmiştir ki “İnsan bozulursa kainât bozulur.”
11. Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine ve birbirlerine zulmederler (3/Al-i İmran, 117). Afetlere karşı tabiat yasalarının zorunlu kıldığı tedbirleri almayanlar ya kendilerine veya başkalarına zulmederler.
Bütün varlık alemi Allah’ın yed-i kudretindedir; olmuş, olmakta ve olacakları bilir: “O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir” (2/Bakara, 255). O’nun bilmesi insani tercih ve eylemler sonucu ortaya çıkan kötülükleri Allah’ın insana reva gördüğü veya insana işlettiği anlamına gelmez. Bilmek başka, yapmak/eylemek başkadır. Güneşin veya Ay’ın ne zaman ve hangi saatte tutulacaklarını bilen bilim insanı, güneşi ve Ay’ı kendisi tutmuyorsa, yüce Allah’ın insanın karar ve eylemlerini bilmesi, kendisinin insana eylem yaptırması demek değildir.
12. İnsan kendi kaderini seçer.
Şimdi Kur’an’da yıkıcı bir depremin nasıl tasvir edildiğine bakalım:
1- Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı,
2- Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı,
3- Ve insan: “Buna ne oluyor?” dediği zaman;
4- O gün (yer), haberlerini anlatacaktır.
5- Çünkü Rabbin, ona vahyetmiştir. (99/Zilzal, 1-5.)
a.” Beşinci ayette geçen “vahiy” kelimesini tam olarak “İlahi takdir” yani tabiat yasası olarak anlayabiliriz. Şiddetli bir sarsıntı ile yer kabuğunun kırılması yasadır.
b.”Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader ile yarattık.” (54/Kamer, 49) Burada geçen kader gayet açık biçimde belli bir hesap ile bir yasanın vaz’edildiği, bir ölçüye, prosedüre tabi tutulduğu manasındadır.
c.Herşey bir hesab üzere ve hassas bir denge üzere kurulmuştur ki, biz buna kozmik düzen veya ekolojik denge diyebiliriz:
“Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.
Bitki ve ağaç (O’na) secde etmektedirler.
Gökyüzü, onu da yükseltti ve mizanı koydu.
Sakın mizanda[1] ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’ (55/Rahman, 5-8.)
Bu hassas denge ile oynadığımızda tabiat bize tâbi olduğu yasalarla cevap verir, bu cevap ağır bir ceza, yıkıcı bir deprem olabilir ve eğer bu kaderden kaçmak istiyorsak, işlerimizi ehil ellere bırakıp maddi ve her türden tedbirimizi almak zorundayız.
Kaderlerden kader seçen biziz.
(Konuya devam edeceğiz)
Kaynak: Farklı Bakış