“Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir.” Albert Camus
Uzun zamandır öyle değil miydi? Bu adaletsiz düzende, ot bitmiyor, sular temizlenmiyor, yüzler gülmüyor, karınlar doymuyor, canlar hürce yaşayamıyordu değil mi?
Vahşi kapitalizmin sömürdüğü, sermaye sahiplerinin insanlık dışı çalışma koşullarıyla ölümlerine sebep olduğu insanların çetelesini tutabiliyor muyduk? Evlerine ekmek götürebilmenin derdiyle yerin metrelerce altında, maden ocaklarında ilkel koşullarda çalışırken göçük altında kalan onlar, yüzler, binler bizler için bir anlam ifade ediyor muydu? Tersanelerde, inşaatlarda iş güvenliğinden uzak, ağır koşullarda çalışırken hayatını kaybedenler de bir üçüncü sayfa haberinden öteye geçiyor muydu? Okul önlerinde, izbe köşelerde satılan uyuşturucu ile yaşam ışıkları yavaş yavaş söndürülen gencecik fidanları da aklımıza getiriyor muyduk?
Stres, depresyon, bunalım ve buhran çağını bizlere yaşatan bu zalim kodamanların etkisi, kliniklere yatırılan, antidepresanlara sığınan, intiharı çözüm gören yığınları oluşturmuyor muydu?
Emperyalist projelerin, istihbarat teşkilatlarının kirli oyunlarının, vekâlet savaşlarının sapkın örgütlerinin tuzaklarıyla binler, on binler mermilerle, bombalarla, kimyasal silahlarla hayattan kopartılmıyor muydu?
“Evet” değil mi?
Gerçekten de insanların nasıl da kolay ölebildiği bir dünyada yaşıyorduk, yaşıyoruz… Bebeklerin, çocukların, yaşlıların, annelerin, yoksulların, işçilerin, ilim adamlarının, cezaevindeki mahkûmların, inşaat işçilerinin kolayca ölebildiği bir dünyada…
Albert Camus’un bu sözü söylediği tarihlerden bugüne değiş(e)meyen en belirgin şey ölümün bir istatistik olduğu ve devletler eliyle işlendiği gerçeğidir.
Ölüm, özellikle doğu toplumlarına mermiyle, bombayla, yoklukla, açlıkla değdiğinde sadece rakamsal bir istatistik olarak görülüyordu. Akşam ki haber bültenlerinde “Afganistan’da ABD merkezli hava bombardımanı sonucunda 30 kişi hayatını kaybetti, (işgalci) İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısında 80 kişi öldü, 100 kişi ağır yaralandı. Bugün Lübnan’da gerçekleşen patlamada 50 kişi, Suriye’de ise 45 kişi öldü…” şeklinde hazırlanan 10-15 saniyelik haberlerin akabinde farklı, müzikli, şakalı yeni bir habere geçiş yapılıyordu. Oysa ölen insandı… 20-50-100 insan… Hayali olan, ailesi olan, sevdikleri olan insan…
Ateş düştüğü yeri yakıyordu. O 50-100 kişinin ölümü yüzlerce yakınının yüreğine ateşi düşürürken dünya için haber bültenlerini dolduran 10-15 saniyelik ses ve görüntüden öteye geçemiyordu. Ölen zayıfsa, sahipsizse, doğu insanıysa, özellikle Müslümansa basit, sıradan bir rakamdı batılının aklında…
Albert Camus, “Bir ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın, o ülkenin nasıl olduğunu öyle anlarsınız…” diyerek aslında yaşadığımız çağın sağlıklı yönetilip yönetilmediğinin de sağlamasını yapıyordu.
İnsanlar, açlıktan, uyuşturucuyla, tedbirsizlik sonucu kazalarla, bombalarla, zindanlarda çürütülerek ölüyorsa eğer, adalet, huzur, liyakat o dünyaya uğramamış demekti…
Lenin sonrası SSCB’nin başına geçen Stalin de, insan hayatına hiç değer vermemiş ve bunu, “bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir” sözüyle ifade etmişti. Nitekim iktidardayken milyonlarca insanı öldürttüğü de bilinir…
Evet, güçlülerin, zalimlerin, açgözlülerin, sömürgecilerin gözünde varlıkları ve yoklukları sadece birer istatistik olarak görülen mazlumlar, şimdi ekranlarda günlük istatistik olarak verilen dünya çapındaki ölüm oranlarını herkesle birlikte takip ediyor.
Gözle görülemeyen mikroskobik bir virüsün, Covid-19 virüsünün dünya üzerinde yaptığı tahribatı endişe ve ibretle izliyoruz hepimiz… Her akşam haber bültenlerinde kibirli, bencil, ihtiraslı batı ülkelerinin yöneticileri Covid-19’un öldürdüğü insanlarını sadece birer rakam olarak duyurup geçiyorlar. Virüsten ölen insanlar artık her yerde birer istatistik haline geldi. Yaş grubu, yaşadığı yer dışında hiçbir detayın önemli görülmediği birer istatistik…
Her akşam bine yakın ölüm sayılarının açıklandığı ülkeler içinde birinci sıraya yükselen ABD’nin Başkanı Donald Trump, 50 eyaleti birden felaket bölgesi ilân ettiğini duyurdu. ABD tarihinde ilk defa 50 eyalet birden felâket bölgesi ilân edildi. Şu ana kadar, ABD’de 25.000, İspanya’da 18.000, İtalya’da 21.000, Fransa’da 15.000, İngiltere’de 12.000, Belçika ve Çin’de 4000, Almanya’da 3.500, Hollanda’da 3000, İsviçre’de 1.000, İsveç’te 900 kişi hayatını kaybetti… Halkı Müslüman olduğu görülen Türkiye ve İran’da da sayı binleri geçti… 125.000’den fazla insan bu kadar kısa sürede sessiz sedasız dünya imtihanını bitirip ebedi olan asıl hayata geçiş yaptı.
Sürecin en başından beri “bu Allah’ın gavura bir gazabıdır, oh olsun” gibi yakıştırmaları doğru bulmamıştım. Halen de bulmamaktayım. Zanni olan bir konuda kesin çıkarımlarda bulunup, haşa Allah’tan haber almışçasına, emin bir ifadeyle bilmiş bilmiş konuşmanın da farklı açıdan bir enaniyet olduğunu düşünüyorum. Kendisini ayrıcalıklı görerek yaşadığı mağduriyetlerin intikamının şimdi alındığı kesin kabulü ile değerlendirme yapmayı da sakıncalı gördüm ve halen de görüyorum.
Ama herkesin, bu musibetten, ayetten artık kendi adına dersler alması gerektiğine de inanıyorum. Covid-19 sürecinden beri her şey gündemden geriye düştü. Herkes paçasını tutuşturan ateşi söndürmekle meşgul… Bir müddet fabrikalar atık atmıyor, uçaklar bomba bırakamıyor, askerler kurşun sıkamıyor… Ağaçlar özgür, denizler, nehirler, göller rahat, balıklar mutlu… Ya insanlar? Onlar da Covid-19 virüsüyle uğraşan militanlardan, terör güçlerinden, devlet birimlerinden yakalarını kurtarmış sakin bir hayatı yaşıyor. İdlib bekliyor, Gazze bekliyor, Bağdat ve Kabil bekliyor… Şehirler ve köyler mikroskobik bir virüsün sebep olduğu sükûnet ortamında bekliyor…
Karşılaşılan musibet herkese her kesime farklı şeyler söylüyor. Bilim ve teknoloji devrimlerini gerçekleştirdiğini iddia eden, uzaya koloni kurma planları yapan kibirli, azgın, şımarık bir sisteme haddini bildiriyor. Varlığını dünyaya adamış, kendisine verilen her şeyi dünya ve içindekileri arsızca yiyip tüketme uğruna kurban edenleri kontak kapatıp durmaya, düşünmeye çağırıyor. Kibirliye haddini bildiriyor, bencillere artık etraflarına bakmalarını söylüyor. İstif edene paylaşmayı, sorumsuza duyarlılığı gösteriyor. Ve halen tanımayana, kaçana, görmek istemeyene bu virüs sahibini, sahibimizi, Rabbimizi hatırlatıyor…
Durun diyor, ne olur artık durun… Yuvaları yıkmaktan, kalpleri kırmaktan, insanı tüketmekten, çevreyi talan etmekten, tabiatı kirletmekten, doymayacağınızı sanmaktan vazgeçin diyor… Mutlak doğru budur dediğiniz, şartlandığınız, uğruna savaştığınız, ötekini kendinize diz çöktürmeye çalıştığınız militarizminizi durdurun…
Dinleyin, eşinizi dinleyin, çocuğunuzu dinleyin, komşunuzu dinleyin, bir yetimi, bir yoksulu dinleyin… Anne karnındaki yavrunuza, camın kenarına konan güvercine, rüzgârın esintisine, akan suyun sesine kulak verin. En çok, aslında zor koşullarda ne kadar da muhtaç olduğunu gördüğün, dayanışma göstermen gerektiğini fark ettiğin “ötekini” dinleyin… Elinizi uzatın, yüreğinizi açın… Normal zamanda kuru gürültülerin arasında seni fark etmeyene, kendini fark ettiremediğine bu dingin ve sükûnet ortamında gönül yüzünüzü çevirin…
Ve değiştirin; samimiyetsiz, yapmacık roller takındığınız, maskelerle yaşadığınız hayatınızı değiştirin… Egolu, burnu dik, kendinden başkasına kulaklarını kapatmış halinizi değiştirin… Dünyayı kavgalarla, savaşlarla, yıkarak, yakarak şekillendirme düşüncenizi değiştirin…
Ölen, öldürülen her bir canlının rakamlardan ibaret olmadığını anlayın… Ve emanet olan ömrün, her bir canın kıymetini bilin…