Önemi insanlık tarihiyle başlayan Kudüs bugün İsrail terör devleti tarafından işgal altında iken Müslümanların halen İsrail’e gerekli cevabı verememeleri, İslam ülkelerindeki mevcut iktidarların İsrail’le olan siyasi, ekonomik vb. ilişkileri sürdürmeleri problemin çözümü yerine yeni problemlerin oluşmasını sağlamaktadır.
Yıllardır vakıf olduğum İsrail problemini (İsrail problemi diyorum çünkü İsrail’in kendisi problem) çözme noktasında Müslümanlar olarak maalesef gerekli duruşu ortaya koyamıyoruz. İsrail’in anlayacağı dil belli iken, bu dil ile cevap vermiyoruz veya veremiyoruz. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor. Tepkimiz dikkate bile alınmıyor. Konuşuyoruz ama konuşmakla yetiniyoruz. Yapmamız gerekirken yapmadıklarımız var. Söylememiz gerekirken söylemediklerimiz var…
Var… Var… Var…
Ortada kangren olmuş bir uzuv var…
Çözülmesi gereken, cevaplandırılması gereken büyük bir problem var. İslam ümmetinin içine atılmış bu fitneyi kim nasıl çözecek. Ümmetin kalbine saplanmış bu bıçağı kim nasıl çıkaracak. Her gün daha vahşileşen bu canavarı kim nasıl öldürecek. Düşmanı kuvvetlendiren hamlelerden bir an önce vaz geçip düşmanın belini kıracak ve bir daha doğrulmasına engel olacak darbeyi kim nasıl vuracak…
İşte tamda üzerinde durulması gereken problem budur. Soru ve sorun devam ederken ümmet bu problemi çözmek ne yapıyor…
Bu konuda yapılması gereken ilk iş, problemin adının doğru konulmasıdır: “İsrail Sorunu”. Çünkü sorunun kaynağında, İsrail’in hukuk tanımaz saldırgan tavrı var. Katliam ve soykırım yapan taraf İsrail, zulme uğrayan ve katliama maruz kalan taraf Filistin’dir. Ancak uluslararası arenada meselenin adını “Filistin Sorunu” olarak zihinlere nakşedebilmeyi becerebilmişlerdir.
Konunun ismi doğru tespit edildikten sonra bir Müslüman için konunun önemli kısmı, bu dertle dertlenebilmesidir. Çünkü Kur’an’da “etrafının mübarek kılındığı bildirilen” ve İslam’ın üç kutsal mabedinden biri olan Aksa Mescidinin işgal edilmeye çalışılması olsa olsa bir Müslümanın derdi, davası olabilir. Yani meselenin adı bir Müslüman için “Kudüs Davası” olabilir.
Yüzyılın nifak hareketi, dünyayı, saldırılarının aslında bir “savunma” olduğuna ve terörizme karşı bir savaş verdiklerine inandırmaya çalışıyor. “Arzda fesat çıkarmayın!” uyarısına karşı “Biz ancak ıslah edicileriz.” diyenler gibi hakikati çarpıtmaya çalışıyor ve bu ayetlerin tehditlerine doğrudan muhatap oluyorlar. Nitekim İsrail Başbakanı Netanyahu, destek için kendisini ziyarete gelen Amerikalı Evanjelist Franklin Graham’a, dünyanın ikiye bölündüğünü, bir kısmının Hamas terörizmine karşı savaş veren İsrail’in haklı (!) mücadelesine destek verdiğini, diğer kısmının ise Hamas terörizmini desteklediğini söylüyor ve İsrail’in “adil” (!) bir savaş yürüttüğünü iddia ediyor. Daha da ileri giderek İsrail’in uluslararası savaş hukukuna uygun (!) bir savaş yürüttüğünü, sivil kayıpları en aza indirmeye çalıştığını ve savaşın “medeniyetin barbarizme karşı bir savaşı” (!) olduğunu gayet normalmiş gibi bir tavırla iddia edebiliyor. Bu konuşmanın her kelimesi çarpıtmanın ve hakikatleri tersyüz etmenin en bayağı örnekleridir. Esasen suçlunun suçunu itirafıdır. Hastane ve ibadethane demeyip tahrip eden ve sivil halkın üzerine kullanılması uluslararası kanunlarla yasak olan bombaları yağdıran kendileri değilmiş gibi bir de medeniyetten bahsetmesi inanılacak gibi bir tutum değildir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail’in soykırım davasını kabul etmesi üzerine yaptığı bir konuşmasında Netanyahu, yine hakikatleri tersyüz edip “Evlerimizi bombalayan, çocuklarımızı öldüren bir terör örgütüne destek olmak tam anlamıyla bir antisemitizmdir!” diye kulakları tırmalayan bir ses tonuyla tehditkârane bağırıyordu. Bu davanın görülmesi bile ona göre bir suçtu. Propagandalarının başarılı olmasının temelinde yatan sebep “antisemitizm” sihirli kelimesidir. Yapılan soykırımın ve katliamın adı anıldığı anda eleştirenleri hemen antisemitizmle, yani “Yahudi düşmanlığı” ile suçlaya gelmişlerdir. Bir dine veya ırka mensup olanların sırf dinî inanışları veya soyları sebebiyle dışlanmaya uğradıkları çarpıtması, ne yazık ki karşılık bulmuş ve işini kaybetme veya ceza alma korkusuyla Batıda hiç kimse İsrail’in yaptığı soykırıma karşı koyamamıştır. Bu şekilde kavram savaşını zihinlerde kazanan İsrail ise pervasız bir şekilde zulmünü arttırarak işgaline devam ediyor.
Esasında çoğunlukla inançsız olan bir halkın Tanrı’nın onları seçtiğini ve onlara bir yurt vadettiğini iddia etmeleri de ayrı bir ironi. “Seçilmiş halk” ve “vadedilmiş toprak” iddialarının hiçbir dayanağı olmadığı gibi böyle bir inanca dayanarak yaptıkları katliam ve katliama karşı çıkanları “antisemitist” ilan etmeleri hiçbir şekilde onaylanamaz.
Bu noktada haklı olarak merak edilen konu hiç şüphesiz inançsız bir topluluğun dini böyle hoyratça kullanmasının ardındaki asıl sebebinin ne olabileceğidir. Kanaatimiz meselenin tamamen ekonomik olduğudur.
İddia edilen vadedilmiş toprakların sınırlarında zengin petrol yatakları ve verimli tarım arazileri bulunuyor. Enerjiye sahip olan ve ziraattaki gelişimini verimli topraklarla destekleyen bir İsrail, geleceğin süper gücü olmayı planladığı aşikâr… Süper güç olma idealini, Süveyş Kanalı’na alternatif olarak açmayı planladığı söylenen ikinci kanalla pekiştirmiş olacak. Çünkü Batıyı Doğuya bağlayan deniz yolunun kontrolünü eline geçirmiş olacak. Daha tartışmalı hâle gelen diğer bir enerji kaynağı da Gazze açıklarında bulunduğu söylenen yaklaşık bir trilyon fit küp (28 milyar metre küp) doğalgaz. Yine Kıbrıs’ta konuşlanmaya çalışmaları probleme ayrı bir boyut kazandırıyor. Bu şekilde Doğu Akdeniz bir İsrail Gölü hâline gelmiş ve Batı dünyasının Doğuyla olan irtibatı tamamen İsrail’in kontrolüne geçmiş oluyor.
Kuklacıyı tanıda gör… Bak perdenin arkasında daha neler var.
Söylenecek daha çok söz…
Yapılacak daha çok iş var…
Selam ve dua dile…