İsmet Özel, “Üç (Zor) Mesele: Teknik, Medeniyet ve Yabancılaşma”da medeniyetçi bir söyleme uzaklığını beyan ederken, ‘medeniyet‘i, İbn Haldun‘un tespitlerinden de hareketle, “sınıflaşma, sömürü, maddî gelişmeye mahkûmiyet, insan kişiliğinin bozulması” olarak tanımlar.
Ve hatta tıpkı Seyyid Kutub gibi Özel de medeniyetçiliği açısından Malik bin Nebi’yi de eleştirir.
Ama o sosyalist geçmişiyle birlikte evrenselci yönelimlerinden de uzaklaşarak yerliliğe dönerken, İslamcı çizgi, kimi alt/yan eğilimleriyle de olsa Şeriati’nin devrimciliği, Kutub’un toplumculuğu ve Aliya’nın kozmopolitizminde diretmeyi sürdürdü; onu da ne kadar yapabildiyse.
Dolayısıyla da Anadolucu bir perspektife daralmaya rıza göstermeyen, kendisini yerlilik ya da millilik gibi bir tercihe zorlamayan ve mustazaflara (ezilenlere) yakınlığından medeniyetçi bahanelerle uzaklaşmayı yeğlemeyen bir ümmetçi bakıştı bu.
Tabi ki bu ümmetçilik Müslüman ulus anlamındaki bir daralış değil, evrenselliğini ihmal etmeksizin kültürel coğrafyamızdaki tüm farklılıkları kapsayan ve kendisini onlarla eşitleyen bir yaklaşım anlamına gelmekteydi.
İslamcılığın bu kavramsal coğrafyadaki asıl yeri ise belki o yıllarda tam olarak idrakine varamadığı bir âraf’ta oluştu ki bu, galat anlamıyla bir arada kalmışlık değil, Âraf Suresi’ndeki anlatımın derinlemesine çözümüyle, sağın ve solun, Doğu’nun ve Batı’nın zıtlaşmasını itidale getirmeye çalışan adil bir duruş ve bu duruşu sağlayan yüksek bir ‘bakış’tır ki buna irfan da denilebilirdi.
Ama bu, milliyetçiliğe alternatif olarak üretilmiş bir Anadolu irfanından ibaret değildi. Bu irfan ehli, sözgelimi Mehmet Âkif, Kemal Tahir, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, İdris Küçükömer gibi düşünürler, zihinsel ve edimsel emekleriyle bu izleği kazarak toplumu sağ ve sol zıtlaşmalara karşı bir itidale çağırmaktaydılar.
Hatta Roger Garaudy, Aliya İzzetbegoviç, Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Mahatma Gandi, Stefanos Yerasimos, Edward Said gibi düşünürlerin çabaları da özünde bunun içindir ve bu düşünürler, yaşadıkları macera her ne olursa olsun, İslam ümmetinin birer parçasıdırlar.
Sezai Karakoç, Türkiye İslamcılığının sembol ismi Mehmet Âkif’ten bahsederken, “günümüzde Sağ Düşünce kurulurken yine bir sembol arayınca Âkif’i alıyor, örnek olarak Âkif’i görüyor ve çıkan her makale, hemen hemen Âkif’in bir beytini olsun içine almadan çıkmıyor” , diyerek, gerçekte bir irfan ehlinin ruhunu incitmekte.
Zira Âkif, tıpkı Hamdi Yazır gibi, daha en başından beri sağcılığın ve muhafazakârlığın sembol ismi olan Abdülhamid’e karşı tavrını açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Beri yandan onun Batıcı akımlara ve yerel medeniyetçiliğe karşı tavrı ve mesafesi de bellidir. İstibdada karşı olsa da, Meşrutiyetçilere bu değil beklediğim hürriyet, Cumhuriyetçilere de bu değil beklediğim İstiklâl diyerek ama hürriyetçi gayretlere ve İstiklâl mücadelesine destek vermekten de geri durmayarak, asli duruşunu aşikâr etmiştir.
Ne var ki beklediği bir güzergâha yönel(e)meyen mevcut iki cephede de yer almadığından, Cumhuriyetçilerin hürriyet ve istiklâl kavramlarının özünü ayaklar altına alan baskıcılığından olduğu kadar Osmanlıcı muhafazakârların yeraltına çekilen hamiyetsizliğinden de uzaklaşarak çareyi Mısır’a, üstadı Abduh’un iklim dünyasına çekilmekte bulmuştur. Nitekim Safahat’ında da buna ilişkin fikrini açıkça beyan etmiştir:
Mısır’ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu,
Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le;
Der ki tilmizine Afganlı: ‘Muhammed dinle!
İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak,
Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme…
O berahîni de artık yetişir, dinletme!
Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti’dadın…’
-‘Şüphe yok, hakk-ı semuhileri var Üstâd’ın
Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a;
Yeni bir medrese tesis edelim urbâna.
Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım,
Nesli tezhîb ile, i’lâ ile meşgul olalım.
Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyh’im, yer yer,
Oradan Âlem-i İslâm’a Cemâleddin’ler…’
-‘Bu, fakat yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum…
Yirmi günlük işe bak sen!’ –’Kulunuz ma’zurum.’
Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Âsım!
Anlıyorsun ya zarar yok, daha iyi anlaşalım:
İnkılâb istiyorum ben de, fakat Abdu gibi…
Buna karşı Türkiye İslamcılığının ana mecraı giderek Necip Fazıl’ın izleğine yönelerek, hak ve adaleti değil de güç metafiziğini ve medeniyetçiliği esas alan Doğucu, sağcı ve muhafazakâr bir akıma dönüşmüş; âraf’ın o galat anlamıyla, eskiyle yeni, hilafetle cumhuriyet, medreseyle mektep, Batı’yla Doğu… arasında kalmıştır.
Lider ya da üstad merkezli bu sağcılık tarafından, kurumsal yapılar yerine lider merkezli kültürel ya da siyasal ocaklar oluşturularak, buralarda hakikatin merkeze alındığı güzergâhlar yerine sürüselleşmiş ilişkiler örgütlenmiş veya böylesi izleklerin takibi yeğlenmiştir. Geleneksel patrimonyal/pederşahi ilişkilerin bu devamı, siyaset ve cemaat ilişkileri kadar, düşünsel üretim peşinde olan kültürel odakların da temel şiarıdır.
Ve maalesef, bu konuda Kuran’ın asli uyarılarından birisi olan raina yani sürüleşmeyin ve Peygamberi bir çoban yerine koymayın, tam aksine unzurna yani meseleler üzerinde birlikte düşünün ve birlikte eyleyin uyarıları dikkate alınmayarak tam aksi yönde bir yol izlenmiştir.
Sürüleşilmiş, düşünceden, eleştiriden ve istişareden uzaklaşılmış; şûra meclisleri ve müzakereye dayanan ilişkiler, insana ve çevreye karşı duyarlı ve özenli, hakka ve adalete dayanan bir toplum ve siyaset yerine lider merkezli bir boyun eğme ve sadâkat kültürü oluşturulmuştur.
Ama buradaki sadâkat da, Roger Garaudy’nin bilgece dikkat çekmesinde olduğu gibi, “ataların ocağından külü değil de alevi taşımanın ve bir nehrin ancak denize doğru akarak kaynağına sadık kalabileceğinin” bilincine ve dikkatine dayanmayan, neredeyse atalara ve onların medeniyetine tapınmaya özenen sürüleşmiş bir bağlılıktır.
Oysa üzerinde diretilmesi gereken hat bu artık maziye gömülmüş medeniyet’e bağımlılık (medeniyetçilik) olmayıp, bir insanileşme/medenileşme çabası, Doğu ile Batı arasındalığın farkındalığı ve bunu bir ilişkiselliğe çevirebilme, dahası sol ile sağ arasındaki zıtlaşma ve parçalanmaya karşı ise bir itidal çizgisidir; karamsarlığa ve ürküntüye kapılarak ricat değil.
Medeniyetçilik değil de medenileşme, yani aslın izleğinde özgün ve yaratıcı bir yeniliği üretme çabası. Ne zalim olma ne de mazlum ama zulme karşı koyma tavrını üstlenmeye dair bir bilinç.
Belki bunu âraf kavramı karşılayabilecektir ki o da bir arada kalmışlık olarak değil de itidal ve buna dair bir irfan, onun da ötesinde içerisinde yaşadığımız coğrafyanın kavramsal olarak Doğu ile Batı arasında oluşunun farkındalığı ve İbrahim milletinden beri gelen o Kudüs-Mekke hattına dair sorumlulukçu siyasal bilincin Atina mülkiyetçiliğine karşı duruşunun asli tutumu olacaktır.
Pastoral siyasetin bu sorumlulukçu yönüne dikkat çeken ise paradigma dışı bakışıyla Michel Foucault’ydu ama bu arada oluşun coğrafi kıymetini Anadolu üzerinden izah eden ise Stefanos Yerasimos’du.
Âraf Suresi’ndeki vurgu ne yazık ki temel bir yanlış anlamaya kurban edilmiştir. Oysa buradaki âraf’ta oluş, irfan’ın da türediği bir yüksek bakış olarak, Kuran’ın raina/sürü mantığına karşı unzurna/şûra mantığına çektiği dikkatle ilgilidir.
Şûra uyarısı ve mantığı, toplumu, peygamberi çoban belleyen bir sürü mantığından kurtulmaya ve birlikte düşünmeye ve eylemeye, yani istişare ve şûraya davet eden bir insanileşme çağrısıdır ki bu, medeniyetçi bakışın basmakalıplığını önleyen bir takva/pürdikkat yaşama çağrısıdır.
Öyle ki Resul’ün etrafından eksiltilmiş ve cennetle müjdelenenler olarak kodlanmış olan şûra ehline dikkat çeken de yine bir başka paradigma dışı bakış olan Hikmet Kıvılcımlı olacaktır.
Dolayısıyla İslamcılığın yeniliğe ve yenilenmeye olan açıklığı, ötekilere ve ezilmişlere yönelik ilgisi, hak ve adalete iştiyakı ve bu ister yerlici isterse medeniyetçi bir kasılmayla olsun sonu kavramsal güdülenmelerin ve muhafazakârlığın cenderesine kapanmak olan bir gidişattan uzak durma çabası, kuşağımızın birçok isminin kendi çığırına dahil olmasını mümkün kılarken, bu duyarlılıklardan uzaklaşılması ise tersine bir sonuca yol açacaktır.
Yalnızca bu değil elbette, özgürleşme çabasının sürebilmesi için eleştirel bakış kadar devrimci tutkuların da askıya alınmaması gerekmekteydi.
Bu minvaldeki bir yolculuğun rehberleri ise Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, Roger Garaudy, Seyyid Kutub, Malcolm X gibi isimlerdi ve onlar, yol göstericilikleriyle bizleri bu tip savunmacı kasılmalardan uzak tutan uyarıcılardı.
Bir kısmını Diriliş Dergisi vasıtasıyla tanıdığımız birçok isim daha eklenebilir elbette bunlara. Sözgelimi Rainer Maria Rilke, Saint-John Perse, Thomas Stearns Eliot, Ezra Pound gibi şairler, Friedrich Nietzsche, Walter Benjamin, Soren Kierkegaard, Martin Heidegger, Albert Camus ve Jean Paul Sartre gibi düşünürler, Fyodor Dostoyevski, Lev Tolstoy, Franz Kafka, Nikos Kazancakis… gibi edebiyat erbabı.
Bunlarla tanışmak bir yana, edebiyat, sanat ve felsefeye özgü bir dile de Diriliş vasıtasıyla aşina olmuştuk.
Bu ise en azından kuşağımızın önemli bir kesimini taşralılıktan kurtaran bir çığırdı. Öyle ki sağcı ve muhafazakâr edebiyat, o günlerde, günümüzde bile henüz tam olarak aşılamamış olan bir dil sorunuyla malûldü.
Osmanlıca savunusu bir yana dilde ve düşüncede yenilenme karşıtlığı, felsefe ve şiire uzak bir kapalılık ve muhafazakârlık, zihinleri güdükleştiren bir tepkisellikle yetinmek istemekteydi. Oysa Diriliş bu tür bir güdüklükten uzaktı.
Batı düşüncesine eleştirel bir mesafesi olsa da buna kapalı da değildi. Tam aksine kendince bir hesaplaşma tavrı içerisindeydi. Bu ise en azından bir ilişkisellik içerisinden Batı düşünce ve sanatını topluma açan ve oradan doğru farklılıklarla teması mümkün kılan bir çığırdı.
Dile dair duru, aşırılıklar ve tepkiselliklerden uzak bir tutum ise düşünce ve sanatta da olduğu gibi belli bir itidali öğütlemekteydi.
Kaynak: Farklı Bakış