Modernlik ve çağdaşlığın salt bir Batılılaşma mevzusu olup olmadığı öteden beri tartışılmakta.
Özünde ise bu, çağının ve insanlığının olumluluklarını haizlikte, düşünsel ve edimsel dir(i)liğini sürdürebilmekte, vaktinin çocuğu (ibnül vakt) olmaktadır.
Mesela Hz. İsa’nın kendisini takip etmek isteyen bir gencin, babasının defin merasimine katılması için mazeret beyanına karşı, bırak ölüler ölülerini gömsünler deyişindeki gibi, hayatın yeniliğine, anlam dünyasına, diriliğe çağrılma ve bu çağrıya icabettedir.
Vakit dardır ve o bizim de geçişimizi mümkün kılacak dar kapı ise ilanihaye açık tutulacak değildir. Mazeretlerin ve biçimsel engellerin, özdeki doğruluğun önüne geçmesine izin verilmemeli, vaktin vacibinin gereği yapılmalıdır.
Eğri ile doğru ayrımsanmalı, salt biçimselliğe, taklide düşülmemeli ama hakikati arayışta daha fazlası da zorlanılmalıdır.
İnsanı cennetin biçimselliğinden çıkararak sürekli karar alma halleriyle yükümlü kılan da meselenin işte bu yönü, hakikatin neliğine karar vermedeki sorunlar ve zorluklardır.
Aklı bulandıran, kendi sınırlılıkları kadar, gündelik hayatın veya metafizik sanıların etkileridir.
Âdem’le başlayan beşeriyetin insanlaşması macerası kendi nefsimizde de idrak edilmeli ve sürdürülebilmeli.
Düşe kalka, öğrenerek ya da aldanarak ama hiçbir zaman umudunu ve direncini yitirmeksizin devam eden bir yolculuktur bu.
Tabi buna dair zihinsel ve edimsel karmaşa ihtilaflara da yol açacaktır. Bakara Suresi 213. ayet’teki, “insanlar tek bir ümmetti, sonra ihtilafa düştüler…” ifadesi ise ihtilafı doğrudan olumsuz bir mesele olarak zikretmez.
İhtilaf ve çatışma toplumların yenilenmesi için bir zahmet olduğu kadar rahmettir de ama kıvamı iyi ayarlanmadığında, ölçüler tutturulmadığında zulmete de dönüşebilir.
İhtilaflar çoğu kez bir sorunla yüze çıkar ve bu da bizi kitaba ve hikmete çağırır.
Dünyanın ve hayatın sahici bir biçimde anlaşılması temelde bir sorunsal etrafındaki tartışmalar, yüzleşmeler ve hatta çatışmalarla başlar.
O nedenle İslam tarihindeki ilk ihtilaflar, hüküm ancak Allah’ındır ayeti kadar, büyük günah veya kader gibi meseleler de ancak üzerinde tartışılmaya, kavga edilmeye, bu terimler sorunsallaşmaya başladığında yeniden ve bir kez daha ama bu kez salt kitabi ibarelerin biçimselliğiyle değil de hayatın içerisindeki yeni bir durumun, sorunun anlaşılmaya başlanmasıyla anlaşılır; anlaşılmaktan da öte karşılaşılan sorun üzerinde düşünülerek anlam güncelleştirilir ve hayat yeniden yorumlanır.
Bu ise artık tarihsel bir mevzunun anlaşılmasından ibaret olmayan, tartışanların kendi imtihanları çerçevesindeki sahihleştirilmiş ve fiilileştirilmiş bir anlama halidir.
Bu durum belki yeni bir anlama, tevil veya tefsir, belki de bir yanlış anlamadır ama sonuçta anlamanın yüzeyselliğinden kopulmuş, güncelin inşası başlamıştır.
Anlaşmazlığa düşmek ve tartışmaya başlamak, meseleyi güncellemek, çağdaşlaştırmak, yaşadığımız koşullarda yeniden anlamak, anlama kavuşturmak demektir.
İhtilaf ise mevzunun ilerletilmesi için sadece biçimsel bir itki sağlar, onu derinleştirmek bizim cehdimizle ve ferasetimizle ilgilidir.
Zira çağdaşlık veya insanlaşma ithal edilemez. Kavga veya tartışma bitirildiğinde, sorun çözüldüğünde ise anlama faaliyeti de biter, ezberleme ve taklit dönemi başlar.
Hacı Bayram Veli de bu durumu bir dörtlüğünde dile getirir:
Ben bir ulu şara vardım
Ol şarı yapılır buldum
Ben dahi anda yapıldım
Taşla toprak arasında.
Tabi buradaki taşla toprağı kelimeler ve kavramlar olarak anlamak da mümkün.
Bu ise insanın kendisini bir hakikat olayı içerisinde yeni bir halk-oluş’un, bir yenilenme hali içerisinde buluşunun hikâyesidir.
Her halk-oluş ise bizi çağa, hayatın diriliğine ve ahlakın yeniliğine çağırır ve dahil eder.
O hercümerç içerisinde yeniden biçimlenir ve adeta yeniden diriliriz (ahlakımızı yenileriz).
Tıpkı Kierkegaard’ın Tevrat, İşaya 16’ya atfen zikrettiği gibi, “çabalamayan ancak yel doğurur, çabalayan ise babasını bile doğurur”. 1
Sorun ise yeni bir anlama faaliyetinin Yunandan, Batıdan veya başka bir yerden gelmesi değildir; gelmesidir. Bu bir kışkırtmadır çünkü.
Veya bir meydan okuma. Önemli olansa meydan okuma değil, hayatiyete işaret eden o, Toynbee’nin deyişiyle ortaya konulan tepkidir.
Tepki bir hayatiyet belirtisidir çünkü. İhtilafın olumluluğudur. Taşlaşmış zihinleri çatlatmak için ortaya atılan o geleceğe dair seslenişlerdir.
Kavga etmeksizin ve yeri geldiğinde ayrışmaksızın çağa tutunmak, beşerilikten veya kölelikten insaniliğe yönelmek ise mümkün değil.
İnsanlaşmamız Aliya’nın deyişiyle göksel bir “prolog”la başlamış olabilir.
Ama bunun yere indirilmesi ve bir hayata kavuşturulması gerekir; ancak o zaman ki bir anlam dünyası da oluşmaya başlayacaktır.
Sahici bir müzakere ve istişare ise zihinsel bir konfor veya siyasal bir disiplin içerisinde değil, insan haysiyetinin gözetildiği çatışmalı süreçler içerisinde gerçekleş(tiril)ebilir.
Kuran’daki ifadesiyle bu bir çoban-sürü ilişkisi içerisinde olanlarca değil, arayışlarını ve edimlerini birlikte sürdürmeye çalışanlar yani istişare ilişkisi içerisinde olanlarca gerçekleş(tiril)ebilir.
Ancak her ne kadar Batı’daki ölçeklerdeki kadar zalimane olmasa da İslam tarihinde de cari bir antisemitik bakış, buna dair ayetlerin (sözgelimi Bakara 104, Nisa 46 ) özündeki daha kapsamlı ve olumlu bakışın görülmesini önlemekte.
Buradaki çağrı bambaşkadır çünkü. Peygamberle sürdürülecek istişareye dahası her türlü yönetsel ilişkiye dair ilkesel bir tutuma çağrılmaktadır müminler.
Bir sürü (raina, raiyet, çoban-sürü) mantığından ve ahlakından kurtularak sorunların birlikte düşünülmesi ve çözümlenmesine (unzurna, nazariye, akletme), kısacası insanileşmeye dair bir çağrıdır bu.
Güdülme (raina/pastorallik) mantığı yerine birlikte düşünmeye (unzurna) ve birlikte eylemeye (istişare) dayanan bir insanileşmeye, düşünselleşmeye doğru evriliş, bir İslamlaşma kadar çağdaşlaşma, çağının çocuğu olma anlamına da gelmektedir.
Tabi bu sadece bir başlangıç noktasıdır; gerisi ise çabalarımıza kalmıştır.
Ne var ki ne günümüz Türkiye siyaseti ne de fikir dünyası tam olarak buna uygun bir doğrulmayı sağlayabilmekte.
Ne şûra ne de demokrasi tam olarak anlaşılabilmekte; toplum muhteris siyasilerin iktidar oyunlarına araçsallaştırılırken o kritik eşik de bir türlü aşılamamakta.
Ki şûra salt bir danışmanlık olmadığı gibi, demokrasi de biçimsel bir sandık oyunundan, salt seçimden, sayısallıktan, farklılıkların eşitler halinde siyasal etkinliğe katıldığı bir siyasallaşma faaliyetinden ibaret değildir.
Toplumun tabandan itibaren etkinleştirildiği ve toplumsal/siyasal faaliyetlere katıldığı bir etkinleşme, sorumlu ve yükümlü kılındığı bir bilinç ve edimsellik halidir.
Medine Sözleşmesi bağlamındaki bir hâkimlik/hakemlik, devlet/aile, hilafet/imamet ayrışmaları da bu sorunun ortaya çıkardığı tartışma, anlaşmazlık ve orta yolu bulma sorunlarıdır.
Bu ayrımların dikkatlerden kaçırılması ise şûra ikliminden, ümmetin çoğulcu bir topluluk anlamına geldiği Medine Sözleşmesi’nin duyarlılığından, hak ve adaletten uzaklaşılarak, Müslüman ulus anlamına gelen bir tekilleşmeye, tekilci bir iktidara, tahakküme ve güç metafiziğine doğru gidişin de habercisidir.
Kaynak: Farklı Bakış