Son birkaç günde vuku bulan olaylar herkesi şaşırttı. Her ne kadar lokal olarak olayların merkezinde Suriye gözüküyorsa da –ki öyledir- jeo stratejik ve uzun vadede politik gelişmelerin merkezinde İran bulunmaktadır. Bu açıdan olup biteni anlamanın bir yolu İran’dan geçer, ben de kendi zaviyemden olup biteni anlamak üzere İran’dan başlamanın doğru olacağını düşünüyorum.
Benim İran’a ilgim neredeyse yarım asra dayanıyor.
İran’da ilk defa mutad olmanın ötesinde birtakım olayların yaşandığının 1977 yılı ortalarında farkına varmıştım. Başlangıçta Komünist hareket olan Tudeh’in aktif rol oynadığını düşünüyorduk ama işin içinde, ön saflarda sarıklı-cübbeli mollalar vardı. Daha dikkatli bakmaya başladığımda “din merkezli” ve “din adamları (Mollaları”n önderliğinde muazzam bir toplumsal hareketin başladığını anlamaya başladım. Sosyal bilimcilerin “dinin miadını” doldurduğunu hayli “zengin bilimsel veriler” ışığında öne sürdükleri bir zamanda din merkezli bir devrim vuku buluyordu. Şaşılacak şey buydu.
İran’ı yakın takibe aldım lakin İran hakkında kayda değer bir bilgim yoktu, fikrim de. Ne olup bittiğini medyadan anlamak mümkün değildi, bir yandan İran tarihi, Şah dönemi ve toplumsal yapısıyla ilgili okumalara başladım, öte yandan bilgi alabileceğim şahısları araştırdım. Dört zatla tanışmam bana büyük fayda sağladı: Abdülbaki Gölpınarlı, Hüseyin Hatemi, Hamid Algar ve Valide Camii imamı Azeri Ali Ekber Mehdipur.
Neredeyse günü gününe devrimi takip ettim, beklendiği üzere sonunda 78 yaşında bir din adamı Ayetullah İmam Humeyni’nin önderliğinde Şubat-1979’da İslam Devrimi oldu, binlerce yıllık monarşi yıkıldı, Mehdi bekleyen Şii İran’da İslam Cumhuriyeti kuruldu.
Devrim için objektif kriterler esas alındığında ne 1789 Fransız İhtilali, ne 1917 Bolşevik ihtilali devrim sayılır, Yakın tarihte “devrim” sıfatını almaya hak kazanmış biricik devrim 1979 İran İslam devrimidir.
Devrimle ilgili en güzel tanımlamayı sanırım Cengiz Çandar yaptı: “Bu devrim Şia içinde devrim, İslam içinde devrim, devrimler içinde devrimdir.”
Aradan 45 sene geçti, geçen 28 Kasım-10 Aralık 2024 arası 12 günlük kısacık süre içinde aksini düşünenler olmakla beraber birçok gözlemciye göre İran yıllardır takip ettiği bölgesel politikalarında “ağır bir yenilgi” alıp Suriye’den çekildi, kendi iç dünyasına döndü.
Bu önemli bir olaydır, üzerinde durmayı hak eder.
Sünni dünya, Türkiye, Arap alemi, Filistin ve Suriye’yi de zihinde tutarak şu sorulara cevap aramamız gerekir: Işık hızıyla cereyan eden günlerde
Ne oldu? Nasıl oldu? Niye oldu? Bundan sonra ne olabilir?
Ne olup bittiyse olayların merkezinde İran var.
Bir seferinde İran’a gidip döndüğümde şöyle bir yazı kaleme almıştım; İran modern tarihte İslam dünyası için bir laboratuvardır. İslamiyet’in modern zamanda, modern bir ülkede, modern bir toplumda denendiği, sınava tabi olduğu bir laboratuvar. Dolayısıyla orada olup bitenlerin tamamına, diğer İslami grup ve akımların yakından bakması lazım, oradan çıkarılacak sonuç önemlidir, bize İslam’ın geleceği konusunda ışık tutacak. Bu değerlendirmede İslamiyet’in teorik, politik ve hayatın gerçeklerine dair kısmını ilgilendiren dersler var. (Bkz. Ali Bulaç, Ortadoğudan İttihad-ı İslam’a, İnkılap y. İstanbul-2014, I, 337 vd.)
Devrimden hemen sonra, devrim ihracından korkan Arap alemi ve uluslararası güçlerin devrimi İran sınırlarında tutmak için savaş enstrümanını kullanmaya karar verdiler. ABD, Avrupa ve Rusya’ da dâhil olmak üzere bütün dünya yakın tarihin en gaddar diktatörü Saddam Hüseyin’i cömertçe destekledi. Saddam, İran’a karşı haksız yere saldırı düzenledi. Irak ve İran’dan yüzbinlerce genç hayatını kaybetti –kaybı bir milyon ifade edenler var-, kaynakları heba oldu. Sadece Suudi Arabistan’a o savaşın maliyeti 350 milyar dolar oldu, bu parayı Suudiler, Amerika’ya ödedi, Amerika kurtarıcı savaş galibi güç gerekçesiyle Irak petrollerini cizye hükmüne bağladı.
Devrim toparlanma fırsatını bulmamışken İran kendini kanlı bir savaşın içinde buldu, savaşla İran adeta talihsiz bir başkalaşım geçirdi. Arap alemi ve Sünni dünyanın İran’a zerre miktarı destek vermemesi İran’ın devlet olma refleksini besleyen mezhep ve etnisite öne çıktı.
Devrimcilerin bir iddiası ve bir ideali vardı, büyük bedeller ödemişlerdi, 15 Hordat 1964’te 15 bin, 1979 devriminde 60 bin şehit vermişlerdi; aralarında bazı fikir ayrılıkları olsa bile Murtaza Mutahhari ve Ali Şeriati ile bu çizgide onlarca molla, entelektüel hayatlarını bu devrime adamışlardı.
Devrim kısa süre içinde etkisini göstermişti, Polonya’dan başlamak üzere Doğu Avrupa’nın din ve Kilise’nin öne çıktığı toplumsal patlamalar baş gösterdi, yarım asırlık komünist yönetimler bir bir yıkıldı. Foucault, İslam devrimini “ruhsuz dünyanın ruhu” diye selamlıyordu.
Fakat batının yeni kahramanı Sünni ve Arap figür(an) Saddam’ın sudan bahanelerle başlattığı savaş, devrimin zorunlu ihtiyacı olan yeni bir siyaset, yeni bir iktidar ve yeni bir toplum-ülke modeli geliştirme sürecini akamete uğrattı. İvedi güncel ihtiyaçların karşılanması zarureti dolayısıyla bilinen modern ulus devlet kurumlarının yapılanması esas alındı, ideal politiğin önüne reel politik geçti.
İran saldırıyı püskürtmek ve kendini korumak zorunda iken, başka deyişle reel politiği takip ederken bile, İmam Humeyni her fırsatta ideal politiğe vurgu yaptı, onun parolası şuydu: “İslam için İran!” Humeyni’ye göre İslam alemi zillet içinde, küresel emperyalistler topraklarımızı işgal ediyor, yer altı ve yerüstü kaynaklarımızı yağmalıyor, İsrail’i bir haydut devlet olarak bağrımızda besliyor, İsrail denen musibet kendi başına bir hiç; defalarca Araplar İsrail’le savaştılar ama yenildiler, yenilginin sebebi Arapların güçsüzlüğü, İsrail’in gücü değil, Amerika, İngiltere ve bilumum batının bu haydutun arkasında durması, açık ve gizli mali, askeri ve siyasi desteklemesidir.
Müslüman dünyanın korkusu yersizdir, fobidir. Amerika kartondan kaplan bir güç, gücünün büyük bölümünü psikolojik varlığına borçlu, eğer müslümanlar ayağa kalkacaksa, doğrudan Amerika’yı hedef almak zorundadırlar, Amerika’nın bölgesel varlığı ve gücünün sembolü İsrail’dir. Bundan sonra İran’ın dış politikasının esası İsrail üzerinden Amerika’nın çöküşünü hızlandırmak olmalıdır.
Sonuç itibariyle İmam Humeyni şu üç cümleyi kuruyordu:
Yazıların sonunda cevabını arayacağımız sual şu olacak: İmam Humeyni’nin doktrini çöktü mü? İranlılar nerede hata yaptı? Müslüman dünya askeri, politik ve ruhi olarak batıya ve İsrail’e teslim mi oldu?
İlk sorumuz, “12 Günde ne oldu” sualiydi. Cevap açık ve basit:
Suriye’de Baas diktatörlüğü çöktü -darısı diğer diktatörlerin başına-, Esed, Suriye’yi terk edip gitti. Birçok bileşeniyle HTŞ, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan Halep, Hama, Hums ve Şam’a girdi. Yıllardır ağır işkenceler altında olan binlerce masum esir hapishanelerden kurtarıldı. İsrail, Suriye’nin askeri potansiyelinin neredeyse tamamını imha etti, Golan’daki işgalini genişletti, şu anda Şam İsrail’in menzili dahilinde, isterse kolayca Şam’a girer. Hizbullah, birliklerini Lübnan’a çekti; Gazze, İsrail’in barbarlığı karşısında yapayalnız kaldı, Husiler beklemede. Irak, sıra bana mı geliyor diye soruyor. İran ciddi bir tehditle karşı karşıya, her an tahrip edici bir saldırıyla karşı karşıya. “Tahtlarınızı korumak istiyorsanız, susun!” diyen Netanyahu’nun talimatını dinleyen Arap alemi derin bir nefes aldı, tahtlarını korumanın engin sevinci içindeler. Türkiye, bir kere daha batı nezdindeki prestijini, önemini tazeledi.
İkinci sorumuz “olanlar nasıl oldu” idi. Sonraki yazıda bu sualin cevabını aramaya çalışacağız.
Kaynak: serbestiyet.com