İnsan hakları kavramına geçmeden önce “Hak” ve “insan” kavramlarına kısa bir açıklama meramımızı anlatma açısından faydalı olacaktır.
HAK KAVRAMI VE ÖNEMİ
Kur'ân-ı Kerim’de, hadislerde ve diğer İslâmî kaynaklarda hak kavramı, çok geniş yelpazede ele alınmakta; kişinin Allah’a, insanlara, hayvanlara ve çevresine karşı hakları söz konusu edilmektedir. Bâtılın zıttı olan hak kavramı, “doğru, gerçek, görev, sorumluluk, borç” gibi anlamları yanında “korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi ve manevî imkân, değer, pay, eşya ve menfaatler” anlamında da kullanılmaktadır.(1) Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “Hak” kelimesinin çoğulu olan hukukun gayesi, hakların kime âit olduğunun belirlenmesi, hakların korunması ve haklara yapılan tecavüzün, zorbalıkların ortadan kaldırılmasıdır.(2) Dolayısıyla insanın kanı akıtılmaz, canına kıyılmaz, namusuna, toprağına, mesleğine, meskenine ve cinsiyetine dokunulmaz.(3) Yüzlerce ayet ve hadisin ortak ifadesinden İslâm’ın bu konulardaki görüşleri ortaya çıkmaktadır. Fert ve toplumların her yönüyle hak ve sorumluluklarının belirlenmesi ve dengelenmesi İslâm dininin ana konularından birini teşkil etmektedir.(4) Önemli olan insanın sahip olduğu haklarıyla beraber onur, şeref, namus ve iffetiyle yaşamasını sağlamaktır.
İNSANIN DEĞERİ VE ONURU
Şu bir gerçek ki, bir toplumda insan haklarına değer verilip verilmediği insan unsuruna verilen değerden anlaşılmaktadır. Nerede insana değer veriliyor ve insana saygı duyuluyorsa orada insan haklarının varlığından söz edilebilir. Dolayısıyla insan hakları konusunda en önemli husus insan unsurudur. İslâm dini insana en büyük değeri vererek evrende en değerli varlık olduğunu ilan etmiş ve eşref-i mahlûkat olduğunu bildirmiştir. Akıl ve irade sahibi olmakla diğer varlıklardan ayrılan ve üstün hale gelen insan, sadece bedeni varlığı ile değil, manevi yönleriyle de değerlidir. İnsan salt et ve kemikten müteşekkil mekanik bir varlık olmayıp ruh ve bedeniyle beraber bir bütündür. “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik, yalnız inanıp hayırlı işler yapanlar bundan müstesnadır. Onlara kesintisiz mükâfat vardır.”(5)
İnsan hakları kavramı Batı tarafından icat edilen bir kavramdır. Ancak çok uzun bir mazisi yoktur. En fazla 200-250 yıl geriye götürülebilir. Batı’nın icat ettiği bu kavram köksüz olmasının yanında iç tutarlılık ve uygulama noktalarında da birçok problemi içinde barındırmaktadır. İlk olarak ABD başkanı Jefferson tarafından 1776’da tasarlanan "Amerika Bağımsızlık Bildirgesi"nde insan hakları kavramına atıf yapılmış; daha sonra da Fransız Devrimi akabinde Josephsis’in tasarladığı "İnsan Hakları Bildirgesi"nde gündeme getirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılında "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"nin kabul edilmesiyle de bu terim şöhret kazanmıştır. Ancak dünya ülkeleri tarafından kabul edip yürürlüğe girmesi 1976 yılında olmuştur. Sonuç olarak bu terimin uygulama ve bağlayıcılığı 50 yılı bulmamaktadır.
Batı bu kavramı hayata geçirmede ve kendi insanları için uygulamada bile samimi olmadığı gibi diğer toplumlara karşı insan hakları söylemini politik bir manevra aracı olarak kullanmış; toplumlara nüfuz etmek için araçsallaştırmıştır. İnsan hakları konusunda Batı’da önü çeken ABD ve Fransa’nın dünya ülkelerine karşı tutumuna hafif bir göz attığımızda bu konudaki samimiyetlerini ve gerçek niyetlerini fark etmek hiç de zor olamayacaktır. İnsan hakları konusunda kendisini şampiyon ilan eden ABD’nin kuruluşunda Kızılderilileri vahşice soykırıma tabi tutup yok ettikten sonra yakın tarihte direkt ve dolaylı olarak yaptığı terörist eylem ve vahşetleri sıralarsak epey bir yekûn oluşturur. Lübnan (1958), Dominik Cumhuriyeti (1965) Vietnam (1965-1973), Laos (1964-1973), Kamboçya (1970), Irak (2003-2011), Afganistan (2001-2014), Suriye (2011-)… Saydığımız ülkeler ve tarihler ABD’nin direkt müdahale ve işgalleridir. Bu işgaller sırasında milyonlarca insanın kanına girilmiştir. Ayrıca dolaylı olarak da müdahale ettiği ülkeler: İran (1953), Guatemala (1954), Kongo (1960), Endonezya (1958-1965), Burma (1960-1961), Küba (1961), Şili (1973), Angola (1976), Türkiye (2016), Venezuela (2019)…
Aynı şekilde insan hakları konusunda öncü rol oynayan Fransa’nın 300 yıl boyunca Afrika’daki insanları köleleştirip sömürürken yaptığı katliamlara da değinelim: Cezayir (1830), Ruanda (1994)…
Yukarıda sıraladığımız işgal ve müdahaleler sırasında bu iki İnsan hakları şampiyonunun (!) milyonlarca insanın ölümüne bile isteye sebep oldukları bütün dünyanın malumudur. Kadın-çocuk, genç-yaşlı, asker-sivil demeden yapılan katliam ve soykırımların yanında kirletilen ırzlar, yağmalanan servetler, yok edilen doğa ve tahrip edilen tarih Batı’nın insan hakları konusunda ne kadar hassas ve samimi olduğunu ortaya koymaktadır. (!)
Batının bu vahşet ve acımasızlığının altında yatan etkenlerden en önemlisi insana bakış açısıdır. Batı, insanı ya aşırı aşağılamış veya aşırı yüceltmiştir. "İnsan Düşünen hayvandır."(6) "İnsan insanın kurdudur."(7) Gibi yaklaşımlar batının icadıdır. Bu gibi yaklaşımlar Orta Çağda, cadı avı, gladyatörler ve kölelerin arenalarda aslanlara yem edilmesi, yüzyıl savaşları, Afrika’daki milyonlarca insanının köleleştirilmesi; çoğunun taşınma sırasında, bir kısmının ağır işlerde çalıştırılırken veya keyfi olarak öldürülmesi bu bakış açısının sonucudur. Bu konuda ABD, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Portekiz, İspanya sicili kirli Batı temsilcileridir. Yine İspanya’nın engizisyonlarla öldürdüğü yüz binlerce insan da onların katliam karnesinde yerini alır. Orta Çağ ve Yakın Çağda insanı hayvan derekesine indiren Batı’nın yaklaşımı Rönesans, Reform ve Aydınlanma döneminden sonra değişir; kantarın topuzu bu sefer ters tarafa kayar: Aşırı yüceltmeci bir tavırla beraber Hümanizm akımı ortaya çıkar. İnsan önce Allah’tan koparılır. Kilise ve Katolik mezhebinin katı tutumu ile mücadele ile beraber bütün dinler mahkûm edilir. Önce tanrı işimize karışamaz (laiklik) seviyesine gelinir; ardından "tanrı öldü."(8) sonucuna ulaşılır ve insan her şeyin ölçüsü haline getirilir. Zamanla Tanrı’nın insan zihninin bir icadı olduğu vehmine ulaşılır.(9) Sonunda insan tanrılaştırılır; daha sonra da insanın istek/arzuları tanrılaştırılır.(10) Bu aşamalara nasıl gelindiği ve bunların temellendirilmesi tarihin, felsefenin, sosyolojinin, ilahiyatın vb. ilim/bilim alanlarının konusudur ve boyumuzu aşar. O nedenle Batı’nın insan hakları yaklaşımına dönelim. İnsanı bu kadar yücelten yeni paradigmada diğer devletleri sömürme; onları kategorize etme ve içişlerine müdahale etme; oralarda yaşayan insanlara zulmetme ve onların en temel hakları (yaşama, beslenme, seyahat etme, düşünme, düşüncelerini ifade etme vb. )’nı gasp etme nasıl açıklanacaktı? Bu noktada Batı insanı aşırı yüceltme ve aşırı alçaltma arasında insan olma şerefini kendi insanına verip diğer insanları da tıpkı orta çağda olduğu gibi hayvan muamelesine uygun gördü. Böylece yaşadığı paradoksu kendince aştığını düşündü. Yüksek sesle ifade edemedikleri kendilerini seçkin insan, diğerlerinin de onlara hizmet etmek için yaratılan köleler olarak görme yaklaşımını bilinçaltında taşımaya devam ediyorlar; lakin zaman zaman bunu dışa vurmak zorunda kalıyorlar. George Floyd ve Pierre Webo olayları bu dışa vurumun en yakın örnekleri. Bizler bu konularda Amerikalı katil polislere ve PSG-Başakşehir futbol maçının 4.hakemi Rumen Sebestian COLTESCU’ya yüklensek de sorunun kaynağından uzaklaşmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Çünkü bu sorunun asıl kaynağı Batı’nı kendi insanı dışındaki diğer insanlara karşı gizlediği olumsuz bakış açısıdır. İngiltere'de köle taciri Edward Colston'un heykelinin ardından bir başka köle taciri Robert Milligan'ın Londra'daki heykelinin; ayrıca Belçika'nın Anvers kentinde sömürgeci Kral 2. Leopold'un heykelinin ancak 2020 Aralık ayında yapılan protestolar sonucu yıkılması Batı’nın bütün insancıl söylemlerine ve demokrasi şarkılarına rağmen kendileri dışındakilerini insan olarak bile görmediklerinin en büyük kanıtlarıdır. Kendi tanrılarına bile ölümü reva gören bir medeniyetin çocuklarından başka bir yaklaşım beklemek bu aşamada hayalcilik olurdu.
Gelelim İslam’ın insan hakları konusundaki yaklaşımına: Her şeyden önce yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de Allah’ın insanı en güzel bir şekilde yarattığı(11), Onu varlıkların en şereflisi kıldığı(12) ve Ona kendi ruhundan üflediği defalarca tekrarlanır. Bu durum İslami bakış açısının insana verdiği değeri net olarak ortaya koyar. Ayrıca "kul hakkı" konusunda Allah’ın şirk dışındaki bütün günahları affedebileceği ile ilgili vadine rağmen "kul hakkı"na müdahale etmemesi Allah’ın insanlar arası hukuka (insan haklarına) verdiği değerin çarpıcı bir örneği olarak sayılabilir. Yine İslam’ın esaslarından olan 5 şeyi (1. Dinin korunması, 2. Aklın korunması, 3. Malın korunması, 4. Canın korunması, 5. Neslin korunması) koruma/emniyet altına alma prensipleri günümüzde "insan hakları" kapsamında ortaya konan esasları fazlasıyla içermektedir. Ayrıca bütün ilahi dinlerde çok büyük değeri olan peygamberlik müessesesinin insana bahşedilerek; insanın yeryüzünün halifesi kılınması İslam’ın insana yüklediği değer ve şerefi ortaya koyan bir başka kanıttır. Sonuç olarak İslam’da insan bir problem değil; bir nimettir. Dolayısıyla İslam’da "İnsan hakları" diye bir problem ve buna bağlı olarak "insan hakları" teorileri ortaya konmamıştır. Hal böyleyken bugünkü Müslüman toplumlardaki "insan hakkı ihlalleri" ne ile açıklanabilir? Diye bir soru akla gelebilir. Bu sorunun kaynağı maalesef yine Batı medeniyetidir. Çünkü yaklaşık 300 yıldır dünyaya hükmeden ve toplumları yönlendiren Batı aklı, Müslüman toplumları sadece ekonomik olarak sömürmemiş; düşünsel anlamda da sömürmüş ve eğitim politikalarına ve siyasetine de müdahale etmiş; bugünkü her anlamda geri kalmış Müslüman toplulukları ve devletleri tesis etmiştir. Zaten dünyanın direksiyonu Batılı güçlerin elinde olduğundan yaşanan kaos, kargaşa ve katliamların sorumlusu da onlardır. Bütün suçu Batı’ya atarak sorumluluktan yakayı sıyırabilir miyiz? Sorusuna cevabımız: "tabi ki hayır!" olacaktır. Bizim sorun ve sorumluluğumuz da bu edilgen yapımız ve sömürülme potansiyelimizdir.
Bütün bu zor duruma rağmen de dünyaya bir kuruluş reçetesi sunmaya en büyük aday da yine Müslümanlardır. Dinimiz ve değerlerimizin içeriği ve geçmiş tecrübelerimiz bunu göstermektedir.
Sonuç olarak teori alanında hem İslam’ın ortaya koydukları; hem de Batılı teorisyenlerin ortaya koydukları pratiğe aktarıldığında insanlık çok fazla problem yaşamayacaktır. Teori noktasında Batı’dan farkımız da şudur: Batı bütün mukaddesatını inkâr ve yok ederek bu noktaya gelmiş; İslam ise yaratıcı ile olan güçlü bağı sonucu bu değerleri ortaya koymuştur. Asıl problem ise ortaya konulan bu teorilerin hayata aktarılmaması; hatta çoğu zaman tersinin uygulanmasıdır. Bu yaklaşım da herkesin mutsuz olduğu bir dünya meydana getirmektedir.
KAYNAKÇA:
1. Heyet, İlmihal II (İslâm ve Toplum), sh. 527, İSAM, İst., 1999.
2. Muhammed Tâhir b. Âşûr, Mekâsıdu’ş-Şerîati’l-İslâmiyye (İslâm Hukuk Felsefesi Gaye Problemi), sh., 211, terc. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan, Rağbet Yay., 3. bsk., İst., 1999.
3- Abdullah Draz, İslâm’ın İnsana Verdiği Değer, sh., 46, terc., Nureddin Demir, Kayıhan Yay., İst., 1983.
4- Bardakoğlu Ali, Hak Mad., T.D.V.İ.A., XV, 139, İst., 1997.
5- Tîn, 95/4 -5.
6-Aristoteles (MÖ 384-MÖ 322)
7- Thomas Hobbes (1588-1679)
8- Friedrich Wilhelm Nietzsche (d. 15 Ekim 1844 - ö. 25 Ağustos 1900)
9-Hiristiyanlığın Özü, Ludwig Andreas Feuerbach, (d. 27 Temmuz 1804 - ö. 13 Eylül 1872)
10- Kendi istek ve tutkularını (nefsü hevâsını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı Sen mi vekil olacaksın? Furkan, 25/43
11- Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Tîn, 95/4 -5.
12- biz insanoğullarını şerefli kıldık. İsra, 17/70