İman ve Vicdan, Irkçılığa Vermez Aman!
Kendi kabilesini, kavmini, ırkını veya rengini diğerlerinden üstün görmeye, kavmiyetçilik veya ırkçılık denir. Bu üstün görme anlayışı, diğerine haksız ve adaletsiz davranmaya yol açmış, tarihin eski çağlarından beri nice zulümlerle karşılaşılmış.
Bunun en aşırısını Yahudi inancında görüyoruz. Aslında Yahudiliğin temeli kendi ırkının üstünlüğü üzerine kuruludur.
Tevrat’a göre ırklar, Tufandan sonra Nuh’un, Sam, Ham ve Yafes adlı üç oğlundan türemiştir. Sam’ın soyundan gelen Yahudiler, tek üstün ırk olarak kendilerini görürler. Bu düşünce, temelini Kitab-ı Mukaddes’teki çeşitli açıklamalardan alır:
“Rab, yer üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak, kendine has bir kavim olmak üzere İsrailoğulları’nı seçmiştir.” (Tesmiye, 14/12)
“Ve onlardan nefret ettim. Fakat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız… ve bana mukaddes olacaksınız.” (Levililer,20/24-26)
“Bütün göklerin altında olan kavimler üzerine, bugün senin dehşetini ve korkunu koymaya çalışacağım. Onlar senin haberini işitecekler ve senin yüzünden titreyip kıvranacaklar.”(Tesmiye,2/25)
Yahudiliğin, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği İslam diniyle bir ilgisi yoktur. Sonradan oluşturulan bu inanç mensuplarının, son yüzyılda Filistin’de yapmadığı zulüm kalmamıştır. Irk olarak sayıları az olsa da, dünya politikalarına yön veren ve en büyük zenginlikleri elinde tutan Yahudiler, bugün de Filistin’de orantısız güç kullanmaya ve zalimliğe devam etmektedir.
Yahudilikteki ırka bağlı bu din anlayışı, Hıristiyanlıkta yoktur. Fakat Hıristiyan toplumlar, sömürgeleri altındaki Asya ve Afrika’da en büyük işkenceleri uygulamış, Avrupa’da da Yahudilere acımasızca soykırım yapmışlardır. Dinlerinin aslında olmasa da,bugün ABD’de siyahların ve Uzakdoğuluların kiliseleri ayrıdır.
İspanyol Hıristiyan din adamı Gaines, 1550 yılında “Kızılderililerin aşağılık bir ırk olduğunu ve bunların beyazlara hizmet etmek için yaratıldığını” ileri sürmüş. Din adamının bu görüşü, Amerikalıların asırlar boyu Kızılderililere yaptıkları zulümlere fetva niteliği taşımış.
Bugün kendilerini insan hakları savunucusu gören Batılıların, son birkaç asırdır yaptıkları vahşetlerin birkaçını hatırlayalım.
AVRUPANIN ÇOCUKLARI OLAN AMERİKALILARIN, KIZILDERİ SOYKIRIMI
Kötülüklerin kaynağı, aslında 12.Ekim.1492 tarihiyle başlar. Bu tarihi, Kızılderililer “Yas günü” bilir, Amerikalılar ise “Kolomb Günü” adı altında, bayram olarak kutlar.
Bu tarih, yıllarca okullarımızda yeni bir kıtanın keşfi ve onun kahramanı diye okuttuğumuz Kristof Kolomb’un, Amerika kıtasına ayak bastığı gündür.
Kolomb, İspanya kraliçesi İsabelle’ye yazdığı mektupta:
“Bu insanlar çok yumuşak başlı. Komşularını kendileri kadar seviyorlar. Konuşurken hep gülümsüyorlar. Kötülüğü tanımıyor, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok. Eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar.” derken, “Bunlar tam da dişimize göre” demeye getiriyordu. Nitekim onların bu temiz ve masum hallerinden yararlanarak soylarını kuruttular.
1492 tarihinde Kızılderili nüfusu, dünya nüfusunun beşte biri kadardı. Avrupalıların yeni kıta dediği yurtlarında asırlardır kabileler ve aşiretler halinde özgürce yaşıyorlardı. 1492 ile 1886 yılları arasında 70 milyon Kızılderili’yi katlettiler ve soylarını yok denecek kadar azalttılar.
Katil General Philip “En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir.” sözünü, eylemleriyle ispatladı. Politikacılar da farklı düşünmüyordu. ABD’nin kurucusu George Washington:
“Bu vahşi hayvanların (Kızılderililer) tamamen imha edilmesi gerekir.” sözünü gizlemiyordu. Daha sonraları bir başka ABD başkanı Teodere Roosevelt’in de aynı düşüncede olduğunu görüyoruz:
“Ben en iyi yerli (Kızılderili) ölü yerlidir demek istemiyorum, fakat onda dokuzu öyledir.”
Bu zihniyetteki yöneticilerin emrindeki katiller sürüsü, öldürdükleri 70 milyon Kızılderili yanında, açlıktan ölsünler diye başlıca yiyecek kaynağı olan 65 milyon bizonu da vahşice katlettiler.
ABD makamları, Kızılderili kellesi başına 5 dolar koymuş, devlet binalarının bodrum katları Kızılderili kelleleri ile dolmuş taşmıştı.
Tüfek ve topla öldürdüklerinin yanında, soykırım için başka metotlar da uyguladılar. Yardım adı altında dağıttıkları battaniyelere, çiçek mikrobu bulaştırarak toplu ölümleri gerçekleştirdiler.
AVRUPALILARIN YILLAR SÜREN KÖLE TİCARETİ
Amerika’nın yerli halkını vahşice katleden Avrupa’nın azgın çocukları, bu koca kıtanın madenlerini işletmek, tarım yapmak için insan gücüne ihtiyaç duyunca, köle ticaretine başladılar.
Portekiz, İspanyol, Fransız, İngiliz ve Hollandalı köle tacirleri 15. yüzyıldan, 19.yüzyıla kadar 12,5 milyon Afrikalıyı, buldukları yeni kıtaya taşıdılar. Afrika’nın batısından, daha çok da Angola kıyılarından gemilere yükledikleri bu insanlardan ancak 9 milyon kadarı Amerika’ya ulaşabildi.
Bir İtalyan, “ölü taşıyıcıları” adı verilen bu gemilerde gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Erkekler, ayaklanıp beyazları öldürmesin diye ayaklarından zincirlerle bağlı halde, güverte altına üst üste yığılmıştı. Kadınlar ikinci güvertede istiflenmiş, çocuklar balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Bütün güverteler sıcak ve kokudan dayanılmaz durumdaydı. Havasızlıktan boğulan ve salgın hastalıklardan ölenler, neredeyse gemidekilerin yarısı kadardı. Zaten bulaşıcı hastalık taşıyanlar, hemen öldürülüp denize atılıyordu.”
Özgürce yaşadıkları vatanlarından sökülüp getirilen bu siyah derili insanlar, artık mal gibi alınıp satılıyor, açlıklarını giderme karşılığında günde 18 saat çalıştırılıyor, efendilerinin zenginliğine zenginlik katıyorlardı.
Amerika ve Karayipler’de kölelere “hayvan sürüsü” deniyordu. Siyah derili bu insanlar, beyazlara ait hiçbir şeyi taklit edemezdi.
19. yüzyılın başından itibaren köle ticaretini yasakladılar, fakat ırkçı anlayışlar 20.yüzyılda faşist uygulamalarla devam etti.
Sözde siyah-beyaz ayrımı kalktı. Son olarak ABD’nin Minnesota eyaletinde George Floyd isimli siyahi vatandaş, gözaltı sırasında yere yatırıldı.8 dakika boyunca diziyle boğazına basan beyaz polis, “nefes alamıyorum, nefes alamıyorum” yalvarmalarına aldırış etmeden boğup öldürdü.
Teslim alınmış, yere yatırılmış, kıpırdayamayan Floyd’un boğazına diziyle basan katil polis, bir eli cebinde sırıtarak objektiflere poz veriyor. Çünkü arkasına güveniyor, kanunlara güveniyor. Belki kanunlara göre suçlu bulunsa da beyaz yargıçlara güveniyor. Zira 2014 yılında da Eric Gainer isimli siyahi bir vatandaş, boğazına basılmış, “nefes alamıyorum” çığlıkları duymazdan gelinmiş ve öldürülmüş; ardından günlerce protesto gösterileri yapılmış; sonrası malum, o polis serbest, hiç suç işlememiş gibi aramızda dolaşıyor.
Irkçılık konusunda da, adaletsizlik konusunda da ABD’nin kabahati çok büyük. Sadece 2019 yılında büyük çoğunluğu siyah olan ve 1000 kişiyi öldüren polislerin % 99’u ceza almamış.
Bugünlerde, Floyd’un öldürülmesi üzerine,bütün dünyada gösteriler yapılıyor.
Minesto’da,Kolomb’un üç metre boyundaki bronz heykeli devriliyor;
Yeni Zelenda’da, İngiliz Kaptan Charles Hamilton’un heykeli kaldırılıyor;
ABD Vırgıne eyaletinde, konfederasyon başkanı Jefferson Davis’in yüzyıllık heykeli yıkılıyor, Kolomb’un heykeli yakılıp göle atılıyor;
İngiltere’nin Bristol kentinde, 1672-1689 yıllarında köle tacirliği yapmış Edvard Colston’un heykeli parçalanıyor ve dünyanın farklı bölgelerinde ırkçılığın sembolü düşünülen kişilerin heykellerinin kırılması devam ediyor.
Bekleyip göreceğiz. Biz suçluların ahirette cezasız kalmayacağını biliyoruz. Bu dünyada da cansız heykellerin değil, zalimlere adaletin uygulandığını ve cezalarının verildiğini görmeyi umut ediyoruz.
KUR’AN’IN IRKÇILIĞA BAKIŞI
İlk insandan bu yana, doğuştan getirilen özellikler değişmemiştir, değişmez. Fıtrat aynıdır. İnsan, Hıristiyan inancındaki gibi ne doğuştan günahkârdır, ne de Yahudi inancındaki gibi sadece bir kavim (Yahudiler) diğerlerinden üstün yaratılmıştır. Temizdir insan, iyiye güzelliğe meyyal olarak yaratılmıştır. Sevme, sevilme, merhametli olma, kurda- kuşa, insana yardımcı olma, merak etme, düşünme, keşfetme duygularının yanında, yeme- içme, kendini beğenme, üstün olma, kendini başkalarına gösterme ve beğendirme, kendini ve yakınlarını, akrabalarını, ulusun diğerlerinden daha üstün görme duyguları da vardır. İnsan yapısındaki bütün bu duygular ölçüyü kaçırmadan, sınırları aşmadan işletildiğinde sorun çıkmaz. Bazen çok da güzel sonuçlar doğurur. İlk bakışta hoş görülmeyen özellikler bile, makul ölçüler içinde kaldığında insanlığın ilerlemesini sağlar. Kendini beğenme ve başkalarından üstün olma duygusu,kişinin daha çok çalışmasına ve güzel işler ortaya çıkmasına sebep olur.Yeter ki bu, kibirli olma haline dönüşmesin.
Kendini, yakınlarını, kavmini düşünmesi, beğenmesi, derdini dert edinmesi ve elinden geldiğince yardımcı ve destek olunması, ismi, şanı yücelsin, iyiliklerle anılsın diye her türlü gayreti göstermesi alkışlanacak durumdur. Şu korona günlerinde her ulusun doktorları, ilaç ve aşı bulmak için çalışıyor. “İlk biz bulalım, ülkemizin ününü artıralım” diye yarışmaları, bütün insanlığın yararına olacaktır. Bu bir tür, iyilikte ve hayırda yarışmaktır. Yanlış olan, aşıyı bulanın, bunu kendi çıkarına kullanmasıdır. “Patenti bende” diye, bulduğu aşıyı, fırsatçılık yapıp, değeri birken, bine satmasıdır.
Kişinin kendi kavmine, ulusuna, ülkesine, hatta şehrine tutkun olmasının da, sınırı aşmaması şartıyla bir sakıncası olmaz, hatta yararlıdır. Mesela Harput/Elazığ insanı, misafir severliğiyle, memurlara karşı güzel davranışıyla, yabancıya yardımcı olmasıyla ün salmıştır. Çoğu esnaf, izin günlerinde çarşıya çıkan askerden, sattığı ufak tefek şeylerden ücret almaz. Yabancı birisi adres sorduğunda, tarifle kalmaz, gideceği yere kadar rehberlik yapar. Yeni nesiller bu güzel hasletleri devam ettirmek için çaba gösterir. Harputlu olma kimliği, o şehir insanının yanlış davranmasına engel olur. Güzeldir bu şehirlilik bilinci. Ne zaman ki,başka şehirden olanı beğenmeme, hor ve aşağı görme, kendi şehrinden olmayana adaletsiz davranmaya başlar, işte bu hastalıktır. Veya şehrinin bu özelliklerini istismar ederek çirkin işlere kalkışması felakettir.
Kavim, kabile, millet, ırk olayını da böyle düşünebiliriz. Türk, yiğittir, çalışkandır, dürüsttür, özü-sözü birdir, vatanseverdir, misafir severdir, yardımseverdir, merhametlidir, adaletlidir. (aynı özellikler Kürt için de geçerlidir). Bu özelliklerine leke getirmemek için çalışırsa ne alâ. Fakat “benden üstün ırk yok” derse, zayıf olanın tepesine binerse, güçlü olduğunda barış yerine savaşı seçerse, adaleti elden bırakırsa, siyah renkli, beyaz renkli diye ayrım yaparsa, işte bu Türkçülüktür, Kürtçülüktür, ırkçılıktır ve de çok yanlıştır.
Arapçada baba tarafından kan bağı bulunanlara asabe, bu fertlerin oluşturduğu topluluğa asabiyet denir. Cahiliye döneminde asabiyet anlayışı kabileler arasında çok güçlüdür. Kendi kabilesiyle övünme, birbirleriyle çekişme ve savaşlar eksik olmazdı.
İslam, bu asabiyet/kavmiyetçilik/ırkçılık fikrini kaldırmış, kabileler arasında huzur ve barışı sağlamıştır. Yeryüzünü imar etmek üzere halife olarak yaratılan insan, ancak yaptığı salih amellerle üstün sayılmıştır.
Ne diyordu Kur’an:
“Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, takvada en üstün olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat,49/13)
Çoğu konuda olduğu gibi, yine vahiy imdadımıza yetişiyor. Akıl ve vicdan, insanın dürüst kalmasında yetmeye biliyor. Kulunun zaaflarını bilen Yaratıcı, hemen uyarısını yapıyor:
“Kendine gel, senin atan ortak, hepiniz tek bir anne babadan türediniz. Bugün farklı diller konuşmanız, farklı renkler taşımanız, farklı ülkelerde farklı topluluklar halinde yaşamanız bir güzellik, bir zenginliktir. Birbirinizi tanımakta bir kolaylıktır. Sakın diğerini aşağı görüp, kendini üstte görme. Benim yanımda, kim daha güzel işler yapıyorsa, bana yakın duruyorsa, dediklerime kulak verip yerine getiriyorsa, o daha kıymetlidir.Siz ne yaparsanız,ben onu görüyor ve biliyorum, her şeyden haberdarım. Yaptığınız iyiliklerin de kötülüklerin de karşılığını ben vereceğim. Bunu da sakın aklınızdan çıkarmayın.”
Ayet gayet açık ve net ama ben biraz daha açtım. Bu ayete muhatap olan o zamanın Arap kabileleri, denilenleri anladılar mı? Evet hepsi anladı, fakat içinde cahiliye anlayışı taşıyanlar zaman zaman kabileciliğe devam etti. İman eden büyük çoğunluk ise, denilenleri içselleştirdi ve ırkçılığı kalbinden silip attı.
Buna güzel bir örnek olması açısından İkinci Halifenin bir uygulamasını hatırlayalım. Hz. Ömer, namaz kıldıramayacak kadar ağır yaralanınca, kendi yerine imam olarak Bizans asıllı azatlı/özgürlüğüne kavuşmuş Süheyb’i tayin eder. Ki bu cemaatin içinde, Mekke’nin ve Medine’nin nice ileri gelenleri vardır. Süheyb, yeni halife seçilinceye kadar imamlığa devam eder. Azat edilmiş olsa da eski bir kölenin, cemaatin önderi olarak kabul edilmesi, cahiliye döneminde imkânsızdı. Kur’an’ın rehberliği ve Rasulullah’ın uygulamaları, bu sonucu doğurdu.
O, vefatından 90 gün kadar önce Veda Hutbesinde, toplanan 100 binlere şöyle sesleniyordu:
“Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da bir Arap’a; hiçbir siyahinin beyaza, hiçbir beyazında siyaha karşı üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki, İlahi huzurda en değerliniz en takvalı olanızdır.”
Bu hutbeyi dinleyen 100 binlerin içinde, daha önce birbirine düşman olan Mekke, Medine, Yemen, Taif’ten İslam’la şereflenmiş kadın ve erkekler; Afrika’dan siyah renkli müminler; Şam’dan, Mısır’dan, Bizans ve Fars’tan gelip kardeşçe kucaklaşanlar vardı.
Bu kardeşlik duygusu kolay oluşmadı. Arapların o katı asabiyet anlayışı, 23 yılda tamamlanan vahiyle inşa olup yumuşadı, gönüllere sevgi, merhamet, adalet duyguları yerleşti.
Hayatını Kur’an’la sürdüren her fert, üstünlüğün soyda sopta değil, takvada olduğunu öğrendi. Allah’a kul olduğunu unutmadan, gerçek ve sonsuz hayat olan ahiret için çalıştı. Bunun için hep uyarılara kulak verdi:
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,30/22) ayetini işittiğinde, farklı renklere ve dillere nefretle değil sevgi ve saygıyla yaklaştı.
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.” (Kasas,28/83) müjdesini duyduğunda, bütün kibri bırakıp alçakgönüllü olmayı ahlak edindi.
“Birilerine olan nefretiniz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide,5/8)
“Söylediğiniz zaman, akrabanız da olsa adil olun.” (Enam,6/152) ayetleri,kişinin yanlış davranışlarının düzelmesine yardımcı oldu.
“Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan (cehennem) ateşinden koruyun.” (Tahrim,66/6) emri korkuttu.
“İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar var ya, şüphe yok ki, biz öyle güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Kehf,18/30)
“Canınızın çektiği ve arzuladığınız her şey, cennette Allah’ın bir ikramı olarak sizindir.” (Fussilet,41/31,32) müjdesi, kişiyi hayırlarda yarış ve iyilik yapmaya koşturdu.
Irkçılığın ve kötülüklerin kökü kurur mu? Kurumaz. Fakat kirlenmemiş vicdanların ve vahyin rehberliğinde azalacaktır. Akıl mı? Zaten aklı olmayanın dini yoktur. Ve Kur’an, “Aklet! Aklet! Aklet!” diye onlarca ayette sesleniyor.
Bir sözüm de tarihselci arkadaşlara. “Kur’an, belli bir coğrafyaya, belli bir tarihte geldi, görevini tamamladı.” diyorlar ya, peki altına aldığı George Floyd isimli siyah renkli kişiyi, boğazına basarak boğan beyaz renkli polis, yedinci yüzyıldaki cahiliye Araplarından daha mı az ırkçı?
Son söz, sağlam iman ve kirlenmemiş vicdan, ırkçılığa vermez aman!