Ali BULAÇ

Tarih: 05.02.2025 14:01

İki toplum, iki sivil tecrübe

Facebook Twitter Linked-in

Müslüman dünyada henüz belli bir tanımsal ve kavramsal çerçeveye oturmamış/oturtulmamış konulardan biri “sivil toplum“dur. Biz de seküler çevrelere iştirak ederek “sivil toplum”un Batı’ya ait bir kavram olduğunu, Batı’nın kendine özgü siyasi ve sosyal tarihinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz, bu doğru bir hüküm cümlesidir.

Batı’da sivil toplumu ortaya çıkaran önemli faktörlerden biri ister kilisenin teokrasisinde ister monarşilerin hükmü altında olsun, iktidarların mutlakiyetçi olması, iktidarı sınırlandıracak bir “üst hukuk”un mevcut bulunmaması anlamını ifade eder. Aristokrasi veya monarşi gibi Kilise otoritesi de “resmi” sıfata sahip olduğundan –ki prens, hükümdar veya imparatorla iktidarı paylaşması veya cismani iktidar üzerinde hak iddia etmesi bunu gösterir- genel anlamıyla kurumsal dini yapı –başka deyişle kilise- sivil karakter taşımaz.

Kilise ve bileşenlerinin sahiplendiği iktidar tecrübesi batıya özgüdür, dolayısıyla bu olgu bizi İslam toplumlarında ve mesela Osmanlı’da sivil topluma denk düşecek bir alanın mevcut olmadığı fikrine götürmez, İslam tarihinde sivil toplum kavramsallaştırması yoksa, bütün zulümlerine ve hukuk ihlallerine rağmen saltanat ve hilafet rejimlerinin yine de kendi üstlerinde bir hukukun varlığını kabul etmeleri gerçek ve nazari manada mutlakiyetçi olmalarını engellemiştir, söz konusu engelin somut ifadesi ve pratiği doğrudan Şeriat ve iktidarın müdahale alanının dışında kalan toplumsal ilişkiler bütünüdür. 

Bir üst hukukun varlığı ve bu hukukun mevcudiyetinin oluşturduğu kelami bilinç asgari düzeyde olsa bile mutlakiyetçiliği önlemiştir. Osmanlı’nın Örfi Hukuk’u devleti ve padişahı koruyor ama yine de devlet veya padişah mutlakiyetçi bir kral gibi toplumun tamamını tanzim etme veya ele geçirme imkanlarına sahip değildir, çünkü özellikle sivil/medeni alanda toplumu devlete ve padişaha karşı Şeriat korumaktadır. Şeriat devlete karşı halkın kalkanıdır ki; bu batıda sivil toplumu ortaya çıkaran ana dinamik ve ihtiyaçların önemli bölümünün sistemde mevcut olduğunu ima eder.

Üç umdesi sayılan hükümet dışı, gönüllü ve özerk kuruluşlar, İslam tarihinde loncalar, ahi teşkilatları, fütüvvetler, tarikat ve başka sosyal olgularla daima varlıklarını ve faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Zaman gelmiş, ahi teşkilatlar devlete borç para vermişlerdir. İktisadi  piyasayı ve sosyal hayatı hükümet görevlileri muhtesipler yanında, bazan daha çok Ahi şeyhleri denetlemişlerdir. Halkı aldatan, işine hile katan esnafı hükümet görevleri değil, Ahi şeyhleri “papuçlarını dama atarak” cezalandırmışlardır.

“Sivil toplum” dendiğinde, İslam tarihinde ve İslam entelektüel mirasında derin izleri olan bir kavram akla gelmiyor. Kur’an dilinde sivil toplum diye ortaya çıkmış bir kavramdan söz etmek mümkün değil, fakat İslam’ın teorik çerçevesinde ve Peygamber Efendimiz (sa.)’in ilk uygulamasına baktığımızda dört temel noktanın öne çıktığını görüyoruz:

Bunlardan biri “biat”tır.

Biat kısaca tamamen bireye ait özgür iradeye, serbest seçime (rıza ve kabul) dayalı sözleşme olup genel karakteri dolayısıyla erkek gibi kadın da biat sözleşmesine katılma hakkına sahiptir, Hz. Peygamber (s.a.) kadınlardan da biat almıştır (60-Mümtehine, 12), bu açıdan biat iki cins için de bir vecibedir. Modern zamanlarda aydınlar cahilce biatın, akıl ve irade dışı kör bir itaat olduğunu propaganda ediyorlar, bu sadece aslı esası olmayan propagandadan ibaret ucuz bir söylemdir. Siyasi iktidarın kendinden menkul bir kutsallığa veya hukuktan gücünü almayan bir aşkınlığa dayanmayan bir toplumda  insanlar icap ve kabul esasına, başka deyişle rızaya dayanmak suretiyle aralarında bir sözleşme akdederler ve bu sözleşmeye uyarlar. Biat somut siyasi mahiyeti baskın küçük bir toplum sözleşmesidir.

İslamiyet’in zuhur ettiği Arap yarımadasında Sasani ve Bizans türü kadim, siyasi kültür ve algılarında yerleşik kodları olan monarşiler yoktur. Var olan kabile geleneği tabir caizse “müzakereci ve katılımcı siyaset”e yatkındı. Çünkü kabilenin bireyleri eşitti, kabile reisi de “eşitler içinde birinci” idi. Kararlar “demokratik müzakere” ile alınır, kabile bireyleri lüzum gördükleri durumlarda reislerini değiştirebilirlerdi.

Reis, herhangi bir kutsal kaynaktan güç almıyordu, şu veya bu hanedanın üyesi değildi.

O halde burada yönetimi tayin eden temel kavram yazılı olmasa da fiiliyatta sözleşmeydi; İslamiyet böyle bir ortamda doğdu. Söz konusu kabile örgütlenmesi son ilahi vahyin Arap yarımadasında zuhur etmesinin hikmetlerinden biridir.

Hz. Peygamber Sünneti’nin şekillendirdiği tatbikatta öne çıkan ikinci önemli parametre; “rejimi halkın koruması”dır. Rejimin özel anlamda örgütlenmiş ve kurumsallaşmış koruyucu ve kollayıcı kuvvetleri (ordu) yoktur. İmam yani devlet başkanı cihadı, savaşı ilan etme yetkisine sahip tek kşidir ama Müslümanların yöneticisi profesyonel bir orduyu hizmeti altına almaz. Gerektiğinde, asker çağrılır, silah altına alınır, savaşabilecek durumda olan insanlar toplanır, böylelikle geçici ordu teşekkül eder. Ordu savaşa katılır, savaşın bitmesiyle birlikte ordunun de görevi sona erer, askerler dağılır.

Burada önemli nokta şu ki “silah taşımak sünnettir”. Herkes silah taşıyabilir.

Bu şu demektir; silah toplumun belli bir grubunun eline-emrine verilmiş değildir. Çünkü kim silah gücünü elinde bulunduruyorsa rejimi tayin edecek olan da odur. Hz. Ömer’in Halid Bin Velid’i görevden almasının sebeplerinden biri budur. Halid, askeri bakımdan o kadar ileri noktalara gitti ki, başkent Medine’ye yürüyüp Emirü’l mü’mini dahi değiştirebilecek formasyona ulaştı, yani isteseydi –ki elbette bunu istediğine dair elimizde bir bilgi yoktur- “askeri bir darbe” yapar, yönetimi ele geçirebilirdi. Hz. Ömer onu ordu komutanlığından zamanında azletti. Bu, askeri gücün gerektiğinde tehlikeli olabileceği, rejimi değiştirebileceğini ima eden önemli bir uygulamadır. Hz. Ebu Bekir zamanında işlediği hatanın azilde iddia edildiğinin aksine önemli rol oynamadığını sanıyorum.

Üçüncü önemli nokta; toplumun maddi kaynaklarının –o zaman ganimetlerdi- savaşçılar arasında paylaştırılmasıdır. Bu aslında sivil hayatın maddi temeli olan ekonomik kaynakların, mali gücün bölüşümüyle ilgili önemli bir meseledir.

Söz konusu bölüşümde temel alınan nokta, gücün belli ellerde temerküz etmesinin önüne geçilmesidir ki, mali/iktisadi gücün belli zümre veya sınıfların elinde temerküz ettiği toplumlarda sivil toplum sadece retorikten ibaret kalır. Kur’an-ı Kerim “güç temerküzü” olarak tarif ettiği devletin gücünü servetin belli ellerde toplanmasından aldığını belirtir. (59/Haşr, 7.)

Dördüncüsü Fey, “toplumsal mülkiyet”e karşılıktır. Bu da Hz. Ömer’in içtihadıdır.

Eğer özel mülkiyet tek mülkiyet biçimi ise, onu elinde tutan güçler rejimi tayin eder. Piyasa kapitalizminde kredi ve bankada toplanmış olan mevduat toplumun iktisadi gücünü -aynı zamanda beşeri/tabii gücünü- ifade ederki, kim bu gücü kontrol ediyorsa rejimi de o kontrol eder. Model, faiz ve kredi sistemine dayandığı müddetçe sivil toplum kurmak güçtür. Başka bir ifadeyle ister ulusal ister küresel düzeyde olsun, kapitalizmin geçerli olduğu yerde gerçek manada sivil toplum mümkün değildir, buna rağmen giderek artmakta ve toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmekte olan modern devletin müdahalesinden kurtulmak isteyen insanlar, kendilerine ait, görece sivil alan arayışını sürdürmektedirler.

Hz. Ömer, Sasani İmparatorluğuna son veren Kadisiye Savaşından sonra Sevad arazisini Fey hükmüne soktu. Peygamberin uygulamasının zahiren hilafına yönelik bir uygulamaydı. Fakat Hz, Ali dahil bazı büyük sahabeler onu destekledi. Çünkü “biz bu toprakları savaşçılar arasında dağıtacak olursak zamanla bu topraklar birkaç ailenin elinde olur ve o topraklar üzerinde yaşayan insanlar da bu ailelerin serfleri durumuna geçer” diye düşündüler ki, bu son derece doğru bir düşünce idi, konuyla ilgili Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan hükmün zahirine aykırı görünse bile hakikatte dinin maksadına uygundu (1).

Kısaca batı dünyasında sivil toplumu sahneye çıkaran bir sınıf (burjuva), İslam toplumlarında ise Şeriat ihdas etmiş ve sosyo ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu durum tespiti, bizi şu iki sorunun cevabını aramaya sevketmektedir?

Siyasal rejimin sahibi şu veya bu bir sınıf mı –Karl Marx, burjuvaziye karşı Proleterya sınıfının siyasal rejimini savunmuştur-, yoksa sınıf çıkarı ve mülahazasının ötesinde Hukuk mu? Devamında gelen soru: Yaygın toplumsal kabul ve destekten yoksun olan Hukuk –ilahi menşe’li de olsa- maksatlarını gerçekleştirecek fonksiyon görebilir mi?

(1) Bkz. Ali Bulaç, Asr-ı Saadet’te toprak hukukunun teşekkülü, https://www.islamiokul.com/kutuphane/tarih/v2/rasulullah/asrisaadetteislam/index_web/29.htm

 

Kaynak: turkishpost.net

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —