Hasan POSTACI

Tarih: 13.01.2025 16:30

İki Dil Bir Vicdan

Facebook Twitter Linked-in

Toplumsal olayların sosyopolitik gerçekliğinin tüm çıplaklığı ile algılanmasında sanatsal küçük basit dokunuşlar, çok derin farkındalıkların oluşmasında önemli katkılar sağlar. “İki Dil Bir Bavul”, Kürt meselesinde sorunun ana başlıklarından biri olan anadil problemine yönelik yaşanan gerçekliği ortaya koymayı başarabilmiş ödüllü bir film. Kısaca, Afyonlu bir ilkokul öğretmeninin Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde Karacadağ’ın köylerinden birine atanması ile başlayan, yaşanmış gerçek bir hikayeyi konu ediniyor.

Film, gerçek zamanlı belgesel formatında çekilmiş. Bizzat öğretmenin çekimlerini yaptığı ve atandığı köyde, anadili Kürtçeden başka bir dili bilmeyen, konuşamayan öğrencilerinin rol aldığı mütevazı bütçeli bir film. Öğretmeni, Siverek’te düzenlediğimiz “Kürt Filmleri Festivali” etkinliğine davet etmiş, tanışmış ve filmin yapım sürecini kendisinden bizzat dinlemiştik.

Filmin detaylarına girmeden, Afyonlu bir öğretmenin Türkiye’nin sosyopolitik ve sosyokültürel gerçekliğini tüm çıplaklığı ile dokunabilen, tüm dünyaya ilan eden bu cesaretli girişiminin güçlü bir iz bıraktığını belirtmek gerekir. Türkiye’de Kürt dili ile ilgili yaşanan her alandaki çarpıklığın, zorunlu temel eğitim sistemi üzerinden küçük bir kesitini sunmayı başarabilmiş bir film olarak sinema tarihinde yerini aldı.

İlk gün itibarı ile konuştuğu tek bir kelimeyi anlamayan bir avuç çocuğun, biraz ürkek, biraz heyecanlı ve daha çok umut dolu gözleri üzerinden iletişim kurmaya çalışan öğretmenin, el kol hareketleri, yüz mimikleri ve beden dilinin tüm sınırlarını zorlayarak iletişim kurma çabalarının kesitlerini, gerçek zamanlı olarak bir belgesel tadında ilmek ilmek işliyor. Bir öğretim yılı sonuna doğru, iki kelimelik günlük ihtiyaçlarını ifade edebilecek kadar Kürtçenin sert gırtlak yapısını deforme ettiği bir Türkçe konuşma seviyesine öğrencileri ancak getirebildiğini film resmediyor.

2008 yılında gösterime giren film, uluslararası ve ulusal düzeyde birçok olumlu tepki almış ve üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ Kürt meselesinin en önemli düğüm noktalarından birini; Kürt dilinin üzerindeki kısıtlama, yasak, ötekileştirme ve yok sayma ikliminin çeşitli düzeylerde sürdüğü görülüyor. Bir devlet kanalı olan TRT Kürdi, bir paradoks olarak yayınlarına devam ederken, eğitimden medyaya, kamu alanlarından mahkemelere kadar birçok alanda, sivil ve resmi zeminlerde Kürt diline yönelik kırılganlık ve dışlanmışlıkların çeşitli küçük detaylar üzerinden devam ettiğini gözlemlemek mümkün.

Suriye’de Esed rejiminin devrilmesi ile başlayan yeni dönemde Kürt meselesi ile ilgili MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM açılışında HDP vekilleri ile tokalaşması ve sonrasında grup toplantılarında ezber bozan açıklamaları ile beraber yeni bir sürecin başlatılmak istendiği görülüyor. Abdullah Öcalan üzerinden yapılan çıkışın temel beklentisi, PKK’nın tüm silahlı unsurlarının, ülke içi dışı tüm yapılanma ve birimlerinin silahlı mücadeleyi terk etmesi ve silahlarını bırakmaları üzerinden şekillenmektedir.

Kürt meselesinin, PKK’nın silah bırakması konusuna indirgenmesi geçmişte yaşanan deneyimlerin gösterdiği gibi kalıcı bir çözüm üretememiştir. Kürt meselesinde çözümün en güçlü aktörü ve adresi, tüm birim ve unsurları ile devlet yapılanmasıdır. Kamu üzerinden yapılacak düzenlemeler ile ilgili zengin bir müktesebat mevcuttur. Kürtçe anadilde eğitim sürecinin yapılandırılması, tedrici olarak takvimin işletilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. TRT Kürdi bugün nasıl kabul gördüyse, eğitim sisteminde, kamu hizmetlerinde, mahkemelerde ve yerel yönetimlerde Kürtçenin yerel ihtiyaçlarla doğru orantılı olarak kullanılabilmesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Değiştirilen köy ve yerleşim adlarının iadesi yapılabilir. Yakın tarih ile ilgili tahrifatlar düzeltilebilir.

Tüm eğitim birimlerindeki anlatılar bu bağlamda yeniden gözden geçirilebilir. Kürt aydın, âlim ve öncü şahsiyetlere yönelik karalama ve kirlilikler, iade-i itibar düzenlemeleri ile giderilebilir. Kültür organizasyonları, yayın tüm etkinliklerinde Kürt dilinin kullanımı ve yaygınlaşması sağlanabilir. Kürtçe kitap, tiyatro, sinema vb. çalışmalar kültür politikaları planlamalarında yer alabilir.

Kamu ve toplumsal ilişki düzleminin en üst normu olan anayasa değişimine yönelik gerçekliğe ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, etnik ve seküler polarizasyonları ajite etmeyen düzenlemeler ile ilgili de ümit verici yaklaşımlar olmadığı görülüyor. İlk etapta kırmızı çizgi olarak tanımlanan ilk dört madde ile ilgili takdis edici yaklaşımlara gelen itirazların ihanet formatında mahkûm edilmesi, öncelikli olarak Kürt meselesi ile ilgili konuların en güçlü düğümlerini çözme potansiyeline sahip yeni anayasa arayışlarını geleceğe dair umut verici sonuçlar oluşmasına dair beklentilerden uzaklaştırmaktadır.

Kısaca, devlet aklı ve vicdanı, başta anayasa olmak üzere, bu alandaki görev ve sorumluluklarını ifa etmesinin, gerçekleştirmesinin önünde herhangi bir engel olmadığını ve bu düzenlemelerin tüm toplumsal kesimlerin vicdanından onay ve takdir alacağını, toplumsal barış ve birlikteliği güçlendireceğini geçmişteki bu tür açılımlara verilen güçlü toplumsal destek göstermiştir. Kamu idaresinde yetkilendirilmiş iktidar gücünün Kürt meselesi ile ilgili görev ve sorumluluklarını etkin bir şekilde yerine getirmemesinin oluşturduğu güvensizlik ikliminde, çözüme yönelik çıkış söylemlerinin ve bu yöndeki çabaların kalıcı çözüm üretmesi beklenemez.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çıkışları ile başlayan sürecin CHP gibi diğer partiler tarafından da destek alması umut verici bir durum olarak görmek gerekir. Başkan Erdoğan’ın, sürecin planlı ve Cumhur İttifakı üzerinden yürütüldüğünü beyan etmesi, bir hükümet projesi olarak sürecin başlatıldığını gösteriyor. Ancak eş zamanlı olarak Suriye’de Esed rejiminin son bulmasıyla meydana gelen gelişmeler, Türkiye’nin dış politikada Astana süreci ile Rusya, Çin ve İran bloku üzerinden yürütülen stratejinin değiştiğini ve ABD, Batı ve İsrail bloğu ile birlikte hareket etmeye başladığını gösteriyor. Bu durum, iç politikada başlayan sürecin dış politikada, özellikle yeni Suriye süreci ile organik bir ilişkisi olduğunu da güçlü bir ihtimal olarak görmemizi gerektiriyor.

Yeni Suriye süreci ile ilgili düşünsel iradenin adresi, ABD-İsrail ittifakı olduğunu ve Türkiye’nin de buna ikna edilerek eklemlenmeye çalışıldığı bir küresel stratejinin oyun kuruculuğu ile şekillendiğini görmek gerekiyor. Bu durum, yerel unsurların; İran, Irak ve Türkiye gibi Suriye sürecinden birinci dereceden etkilenecek ülkelerin iradelerinin tamamen mefluç ve etkisiz olduğunu göstermez. Ancak ekonomik ve silahlı güç oyunun kuralını belirlemede daha etkin olduğu gerçekliğini ifade etmek için ABD-İsrail ittifakının misyonuna dikkat çekilmiştir.

Türkiye, bir yandan Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve sürecin iç dinamiklerle, yerel tüm grupların hak ve özgürlüklerinin ortak çıkarları üzerinden şekillenmesi gerektiğini ifade ederken, diğer taraftan Suriye’deki yeni süreçle ilgili “SDG/YPG ortadan kaldırılmalıdır, Kürtlere yönelik bir özerklik kırmızı çizgimizdir” üzerinden geliştirdiği söylemlerin kendi içinde bir gerilim ürettiği söylenebilir. Kaldı ki burada ABD, açık ve net bir tavırla SDG/YPG’yi PKK’dan ayırıyor ve tıpkı HTŞ gibi terör listesinden çıkararak yerel siyasi aktörler olarak resmi muhatap alıyor. Türkiye’nin dış politik kaygılarının bu bağlamda ABD ile çeliştiğini ve bu çelişkinin bir uzlaşma ile giderilmesi zorunluluğu olduğunun altını çizmek gerekir.

Yarım asrı bulan PKK süreci, güncel koşullarda geçirdiği değişim ve dönüşümlerden bağımsız olarak, ilk dönem Marksist-Leninist marjinal silahlı bir örgüt düzeyinde artık değerlendirilemeyeceği gerçekliği üzerinden hareket etmek gerekir. İran, Irak, Suriye’de yapılanmaları ve çeşitli düzeylerde etkisi bulunan, Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada diaspora unsurları olan, Türkiye içinde ise DEM Parti başta olmak üzere çeşitli düzeylerde sivil ve silahlı unsurları bulunan, saçaklı bir örgütlenme gerçekliğine karşılık geldiğini görmek gerekir PKK’nın.

Kurucu karizmatik lider Abdullah Öcalan üzerinden yürütülmek istenen süreç, Kandil ve DEM Parti örgütlenmesi tarafından desteklenen ilk tepkiler sonrası, sürecin Abdullah Öcalan’ın mahkûmiyetinin sonlandırılarak dışarı çıkarılması ve tüm silahlı unsurlara çağrı yaparak silahların bırakılmasını Abdullah Öcalan’ın çağrıları üzerinden gerçekleştirmek hedeflenmektedir. Ancak yaşanan gerçeklik, bu hedefe ulaşmanın kolay olmadığını ve önemli direnç noktaları ile karşılaşılacağını gösteriyor. Bir yandan DEM Parti belediyelerine yoğun kayyum atamaları, diğer yandan Selahattin Demirtaş ve diğer parti örgütlenmesinde yer alan tutukluluk ve mahkûmiyetlerin niceliksel hacmi, ayrıca PKK silahlı unsurlarının Türkiye dışında bulundukları ülkelerdeki güvenlik kaygıları gibi direnç noktalarının detaylı ve gerçekçi bir şekilde analiz edilerek yönetilebilmesini sağlayacak güçlü bir stratejik planlamaya ihtiyaç olduğunun altı çizilmelidir.

Bu bağlamda özellikle SDG/YPG’nin niteliksel olarak farklı koşullara sahip olduğu görülmeli ve “ya silahları gömün ya da toptan yok edilirsiniz” tarzındaki güvenlikçi söylemlerden kalıcı ve doğru sonuçlar çıkmayacağını, askeri operasyonlar üzerinden yeni acıların ve kapanmaz derin yaraların oluşmasının kaçınılmaz olacağını ve sürecin tüm barış iklimini bir seraba dönüştürme durumunun kaçınılmazlığını vurgulamak gerekir.

Kürt meselesinde toplumsal vicdanın kodlarının, kamusal devlet ve iktidar vicdanının anlayışı ile ortak güçlü bir paydaya dönüşmesine odaklanılmalıdır. PKK merkezli “Güvenlik ve Terör sorunu” merkezli indirgenmiş güvenlikçi stratejilerin, geleceğe dönük umut vermekten uzak kalacağını bir kez daha vurgulamak gerekir. Seraba dönüşen onca bahardan sonra, bu kez umutlarımızı gerçek baharlara ulaşmak için güçlü tutmaya devam etmek gerekir.

 

Kaynak: farkllibakis.net


 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —