Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Hzırbey’den Erdoğan’a ve oradan da İmamoğlu’na; Belediye’ye yüklenen anlam üzerine…

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Cumhuriyet Döneminde Belediye ve Belediyecilik Olgusu

Eskiden, Anadolu’da varlık gösterip kırsaldan (aşiret ilişki ağından) ayrılan Türklerin şehirlileşmelerine koşut olarak, belediyeciliğin ilk protipi sayılan yerel hizmet yapıları oluşmaya başlamıştı. Bundan önce, Doğu İslam dünyasında, belediye türü işleri deruhte eden yapıya hisbe ve o teşkilata ise “hisbe teşkilatı” deniliyordu.

Osmanlı’da, her ne kadar, Fatih’in İstanbul’u fethi sonrasında Hızırbey’in bu şehre belediye başkanı (şehremini(şehir emini) olarak atadığı genel kabul görse de, bu işle birlikte şehirde kırsalda birçok işin görülmesini sağlayan yetkililer, yöneticiler vardı.

Bunlar; kadı, subaşı, çöplük subaşısı, mimarbaşısı vb. olarak sayılabilir.

Günümüzde, o da modern bir şekilde uygulanan ilk belediyecilik örneği, bize Tanzimat’ın ilanı sonrasında, birçok alanda olduğu gibi yerel yönetimlerde de Batı tipi uygulamaların ortaya konmasına yönelik çabalara dayanmaktaydı.

Batı’da belediyeciliğin ilk dönemlerinde de öyle miydi, ama Osmanlı’da, hatta cumhuriyetin bazı dönemlerinde, bizde belediye başkanlarının halk tarafından seçim yoluyla değil de, ya atama yoluyla, ya da yerelde gücü, otoritesi bulunan etkili şahıslar arasından belirlenmesi şeklinde vuku bulmuştu.

“Tanzimat devrine kadar Osmanlı Devleti içindeki şehir ve eyalet idaresinde vakıflar gibi ekonomik-sosyal kuruluşlardan, cemaat teşkilâtlarından söz edilebilmekle birlikte bugünkü belediye gibi bir mefhum ve kurumdan, hatta bir iki istisna dışında idareye yardımcı olan devamlılık kazanmış mahallî kurullardan söz etmek mümkün değildir. Bu belirtildiği gibi toplum sisteminin, idarî felsefenin ve hayat tarzının bünyesinden ve yapısından ileri gelmektedir. Bu yapıyı XIX. yüzyılda Tanzimat’ın idarî felsefesi ve benimsediği tarz değiştirecektir.” (https://islamansiklopedisi.org.tr/belediye)

 

Sistem Dışılıktan Muhafazakârlaşmaya, Belediyecilik Üzerinden Kapitalistleşmeye Uzanan Yol...

DP dönemi, ulusal iktidar deneyimi ile birlikte, kazandığı belediyelerde de, halkın ‘demokrasi gereği´ siyasete girmesi, iktidara ortak olması, yönetimde söz sahibi olması ve özellikle de yerelde belediye meclisi ile il genel meclisinde temsil edilmesine bağlı olarak, modern dönemin ‘kazanma, zengin olma ve burjuvalaşma´ trendi çerçevesinde, ihale alma yoluyla, kapitalizmin ve kapitalistleşmenin de yolunu açması açısından, üzerinde durulması gerek bir dönem olarak özel bir öneme sahiptir.

Bu meyanda, kendini Kemalist statükonun sağında konumlandırmış bulunan sağcı, millici, milliyetçi partilerin kahir ekseriyeti, şahıs bazında, işe belediye seçimlerini kazanma, ardından belediye ve il genel meclislerine girme yoluyla, yerelden ulusala zengin olmayı, itibarlı(!) bir konum kazanmayı, Kemalist statükoyu sol´ a karşı korumayı´ ve akçeli işlerden zaman buldukları takdirde de, hemencecik hatırlayıp davadan dem vurmaya başlıyorlardı.

Bunun yanında bir yanılsama sonucunda bir zühul eseri olarak adı hep dost ve düşman tarafından sol´ a çıkmış bulunan -gerçi solcuların kahir ekseriyeti de, zorda kaldıklarında CHP´ye yakın duruyorlardı- CHP´de de durum bir aşağı, bir yukarı aynıydı.

Türkiye siyaset tarihinde, yukarıda da vurguladığımız üzere, zühul eseri adı sol´ la anıla gelmiş bulunan CHP´den sonra, temeli ideolojik açıdan Marksizm´e, yol ve yöntem olarak Leninist-sosyalizm´ e ve oradan da milliyetçi Kürt solu içerisinde yer bulan HDP(DEM) ve seleflerinin de, solcu, sosyalist olmalarına rağmen, tamamına yakını Kürdistan´da bulunan epey miktarda belediyede yönetimde bulunması, onlarında kalkınma ve zengin olma yolu ve yöntemi olan ihale/ihalecilik üzerinden başta, sistem içi bir konuma geldiği ve bu yolla da kapitalistleştiğini söylersek eğer, bu iddianın gerçekçi ve makul olmadığını söylemek pek de mümkün sayılmazdı.

 

‘Benim Partim “Ekmek Partisi”

Siyasetle ilgisi açısından, siyaset içerisinde hiç mi hiç, bir konumu ve yeri bulunmayan ‘sıradan bir insanın´ ya baştan beri gönül verdiği partisinin, o kişinin şahsında oluşturduğu cazibe ve kurtuluşa yönelik ideolojisi, ya da amiyane bir ifade ile söylesek, ‘Benim partim ekmek partisi´ kabilinden olurdu.

Derdi ne bir ideoloji, ne bir dava, ne ihale ve ne de kamu imkânlarından yararlanarak kalkınma, zengin olma ve ne de, hele hele burjuvadan sayılmayan birisinin, “madem birisini seçeceğiz, o halde bazı açılardan ’bizden birisi’ olsun” düşüncesiyle sandık başına gidip oy kullanan sade ve sıradan insanlarda, özellikle belediye seçimlerinde, adları zikredilecekler arasında sayılabilirdi. 

İşin farklı ve bazı taraflarını istisna kıldığımızda, bu işin “huzurlu, mutlu, ama maddi olarak da kendi yağıyla kavrulup ‘yerinde sayan´ cenahın, ekmek partili zevatın olduğu söylenebilirdi.

 

21. Yüzyılda Post-modern Dilin Belediyeciliği Etkilemesi…

Klasik dönemlerin aksine, modern dönemlere bakıldığında, gerek ortaya konan ‘maddi’ çabaların hem çokluğu ve hem de artan etkisi ile birlikte, gerekse de, bu çabaların ‘iltifat marifete tabidir´ fehvası gereği, insanı değiştirici ve dönüştürücü bir dil ve söylemi beraberinde getirmesi sonucunda, modern dönemin yerine post-modern dönemin geçtiğine şahit olmaktaydık.

Bundan dolayı, post-modern olguya bağlı olarak, 21. yüzyılın, küresel aktörlerin, ikinci dünya savaşından kalma ‘yeni dönem´ in, artık eskidiğini düşünerek yeni bir döneme geçilmesi gerektiğinden olsa gerek, seksenlerin başından itibaren yeni bir yüz yılın, yani post-modern dönemin başladığını/başlatıldığını görüyoruz. (gerçi ABD’deki başkanlık seçimlerinden sonra Trumpizm heyulası, beraberinde nasıl bir yeni yüz yılı getireceği ise şimdilik muamma olup yerini korku ve endişeye bırakmış bulunmaktadır.)

Bu mantıkla olsa gerek, bu dilin devlet yönetimine etkisi olduğu gibi, yerel yönetimlere de mutlak bir etkisi olmuştu. Parti ve partili bazında Cumhuriyet/modern dönemde, salt ideolojik anlamda -seküler ya da din görünümlü bir vasatta- bir dava ile at başı giden, amiyane tabirle söylersek belediye kalemlerinden şu ya da bu oranda nemalanmak´ yerini, yine ideolojik görüntü, ülkenin ve toplumun   birliği ve dirliği kamuflajlı, ‘deveyi hamuduyla yutmak’ kabilinden rantiyeci olmak söz konusuydu artık

Tüm mücadelenin, birçok farklı görüntünün, dinî ve ideolojik söyleme rağmen, rant uğruna verilmiş olduğu artık sağır sultanın dahi duyup konuştuğu, bildiği konular içerisinde kendine yer buluyordu.

Post-modern dönemin yapısı gereği, hemen her şeyin renk değiştirdiği, birçok rengin grileştiği, kavram kargaşasının alabildiğine arttığı, üzerinde durulan zeminlerin kayganlaştığı, kısacası her şeyin vıcık vıcık olduğu bir vasatta, salt ve sade dinî söylemler ve bir bakıma insanı kendi bağlamı içerisinde kurtuluşa çağıran ideolojiler, yerini, küresel liberal aldatı ve ayartı sonucu, post-modern anlayışa bıraktığı söz konusu idi.

Bundan dolayıdır ki, gerçi insan var olduğu sürece devam ede gelen ihtiraslar, bu dönemde daha belirleyici, kalıcı ve tanımlayıcı oluyordu. Önceki(modern) döneme de dikkat çekmek şartıyla, bu post-modern dönemde, birçok makamla birlikte aslında toplumda el´an ciddi bir karşılığı kalmamış bulunan milletvekilliği yerine ‘belediye başkanlığı´ ve ‘belediye meclis üyeliği´ olgusu daha da belirginleşip ağırlık kazanıyordu.

 

Post-modern Zemin, Değme Keyfime!

Belediye başkanlığı ve meclis üyeliği açısından bazı şahısları bir tarafa koyduğumuzda, birçok kişinin hemen her seçim döneminde aşinası olduğumuz ‘politik´ ayak oyunları ile ahlakı izafileştiren/onu göreceli/seçmeci hale getirmeleri, ‘kazara´ seçimi kazandığında ‘değme keyfim’ dedirten, ama kaybettiklerinde ise, dostlarına, partisine kızma, küsme ve işi en başta kendisi için çok ileriye taşıyıp psikolojisini bozacak durumuna düşme durumları da söz konusu oluyordu.

İnsanlık tarihinde, toplumların, var olan yürüyüşünü sürdürmenin yanında, bir de o yürüyüş içre kendilerini yenileyememe gibi sakil durumlar karşısında irtifa kaybettikleri gerçeğine bakıldığında, birinin zevali, diğerinin istikbali olarak kendini gösterip duruyor.

Bu gerçeğe kulak kesildiğimizde, 12 Eylül darbesi sonucunda 1980’den 1989’a kadar İstanbul Belediyesi yönetiminde bulunamayan CHP, dönemin dilini iyi kullanmış ve yerel yönetimi tekrardan elde etmişti. Ne var ki, dokuz yıl sonra gelen zaferin sarhoşu olan dönemin belediyeye bağlı iştiraklerin yöneticileri, başında bulundukları kurumlarda, dönemi açısından “devasa” boyutta yolsuzluk yapmıştı. 

Bunların en belirgini İSKİ skandalı idi. Genel müdür sıfatıyla Ergün Göknel yolsuzluk yapmış, faturası ise belediye başkanı Nurettin Sözen’e ve partisine kesilmişti.

Yukarıda belirttiğimiz fehva icabı CHP, yerelde devrini tamamlamış, onun yerine ise, o güne dek, yerel yönetimde kısmî başarılar elde etmiş bulunan ve dünya görüşü açısından ise rejim tarafından pek de kabul görmeyen Mili Görüşçü RP’in adayı belediye başkanlığını kazanmıştı.

Kadere bakınız ki, aradan geçen yirmi beş yılın sonunda ve hem de “halka hizmeti esas alıp ranta karşı çıkan” RP’nn yerine geçen AK Parti’nin, nice doğrularının yanında, makam, mevki ve akar üzerinden sınıf ve dünya görüşü değiştirip burjuvalaşan yereldeki kadronun, halden anlamazlığı, görmezliği, zamanı ve toplumu okuyamayışı vb. kabilinden yaptığı yanlışlar sonucunda AK Parti yerele veda etmişti.

AK Parti’nin, gerek yerel ve gerekse de ulusal bazda yirmi küsur yılı geçen “uzun” iktidarı döneminde, uğramış olduğu metal yorgunluğun etkisi ve bu etkiyi tetikleyen rant düşünce ve eylemi, ulusal bazda yerini henüz kaptırmamış olsa da, ondan giderek kopan oydaşlarının CHP gibi partilere yanaşmaları sonucunda, AK Parti  İstanbul’u kaybetti, CHP ise iki dönemidir yerelde iktidarda bulunuyor. 

Bu durum, AK Parti’yi ve özellikle de Erdoğan’ın zora sokmuş bulunmaktadır.

İstanbul’u bir hülya görüp onu “vazgeçilmez” bir sevda olarak kodlayan Erdoğan’ın, hemen her seferinde, söylem bazında Ekrem İmamoğlu’na yönelik siyasi çıkışlarına bakıldığında, İmamoğlu’nun bir gün gelip belediye başkanlığından olacağı, alınacağı/alınabileceği imajını pekiştirmişti.

İmamoğlu’da sanki bugünleri görmüşçesine, seçilip belediye başkanlığı koltuğuna oturduğu ilk günden buyana, hem iktidarın ve hem de kendisine oy veren, -CHP’li kemik seçmen hariç- büyük çoğunluğu CHP’li olmayan seçmeni çok rahatsız eden birçok uygulamalara imza atmıştı. Ki, bunlar, kamuoyu tarafından bilinmektedir.

Onun, bunların yanında, kazanmış olduğu belediye başkanlığı makamını, halka hizmetten ziyade, anlaşılan öteden beri gözünü dikmiş olduğu düşünülen cumhurbaşkanlığı makamını “partisi üzerinden kendisi adına kazanma dürtüsü öne çıkmaktaydı.

Aslında, “ideolojik açıdan” CHP’li olmayan bir çevreden gelen İmamoğlu’nun, bu Cumhurbaşkanlığı makamını kazanma düşüncesini ve hayalini kendisi ve geleceği için kurgulamış olsa da, partisinin de “eski düzene geri dönme” arzusu birleşince, İmamoğlu’nun güvenilir bir insan(şehremini) olmasının hiçbir öneminin olmadığı kendisini göstermektedir.

Hatta öyle ki, AK Parti’nin hizmetlerinden alabildiğine yararlanan, ama serde Kemalizm ve laiklik bulunan kitlesi ile bir zamanlar AK Parti’de önemli pozisyonlarda bulunan, orada var olan ranttan yararlanan, ama bazı sebeplerden dolayı reis’le arası limoni olan muhafazakâr tandanslı muhalif çevrelerin, iktidarın var olan bariz yanlışının yanında, İmamoğlularının da vaziyetini görmesi gerekirdi.

İmamoğlu, galiba, aynı coğrafyanın insanı olmasına rağmen, Erdoğan’ın bir Rizeli olarak, hem de “İslamcı” olduğu halde, bu ülke de Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçilmesinin yanında, memleketinin doğal etkisini kendisi için şansa çevirme düşüncesi ile onun şahsında gözlemlenen aşırı makam hırsı, onu halden hale düşürmüş bulunmaktadır.

CHP, Kılıçdaroğlu ile kendi katı Kemalist kabuğunu kırmak için epey uğraştı, ama partiye ithal edilen İmamoğlu ile birlikte, Kılıçdaroğlu’na dahi tahammül edemeyen çekirdek kadro onun yerine, liderlik vasfına pek de uygun düşmediği gözlemlenen Özgür Özel’in elinde bulunmaktadır.

Kılıçdaroğlu gerçeği bir tarafa, ama AK Parti’nin, özellikle de Erdoğan’ın, “karşımızda nitelikli bir muhalefet yok” babında muhalefete yüklenmesi, muhalefeti toplum adına nitelikli siyaset yapma adına değil elbette, ama muhalefeti adeta gözden çıkarma ve ilerisi içinde muhalefetsiz bir siyaset düşlemesi dikkate alındığında, zahirende olsa, haktan, hukuktan, adaletten yana olan insanları CHP’ye yakınlaştırmaktadır. Ama bunu, -belki yanılıyoruz- ne kendisi, ne partide bulunanların büyük bölümü ve ne de ondan bir türlü kopamayan çevreler görmemektedirler dersek bir hakikati dile getirmiş oluruz diye düşünmek gerekir.

İki tarafın amacına bakıldığında, zahiren “İstanbul’a yönelik bir hizmet’in söz konusu olduğu görülmektedir. Erdoğan ve İmamoğlu’nun Karadenizli olmalarına, ömürlerinin büyük bölümünü İstanbul’da geçirmelerine, ideolojik olarak her ikisinin de muhafazakârlıktan geliyor olmalarına ve her ikisinin de önünün kesilmesi için bazı şikâyetlerin dile getirilmesine(diploma örneği)bakıldığında, onların, bunu aşarak amaçlarına ulaşmalarını kolaylaştıracağı akla ilk gelen düşüncelerdendir. Şimdilik, birileri tarafından, bu ön kesme çabasında İmamoğlu’nun ilk rauntta yenildiği varsayılabilir, ama gelecek neyi gösterir, şimdiden bilinmez.

İşin sonunda belediye makamına yüklenen anlama geldiğimizde, birinin muhafazakârlık saikiyle, diğerinin ise, ithal ettiği besbelli olan sosyal demokrasi saikiyle İstanbullulara hizmet anlayışının, -haydi diyelim kendileri temenni etmemiş olsalar dahi- yürürlükte olan burjuvazi merkezli liberal kapitalist sisteme can simdi olmaları, baştan belirtilen anlamı hiçleştirmektedir. 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR