Oruçla ilgili kesin olarak bildiğimiz şey, bu ibadetin bizden “önceki ümmetlere de yazılmış (farz kılınmış)” olmasıdır (2 Bakara 183). Kur’an yanında gerek kutsal metinlerden gerekse sözlü anlatımlardan, orucun çeşitli türevleriyle kadim bir ibadet olduğunu anlıyoruz. Hz. Nuh’un tufan koparken gemide selamette kalanların hatırasını yadetmek üzere Araplar “Ramazan Orucu’nun” farz kılınmasından önce “Aşure” orucu tutarlardı. Bu demektir ki, İsmail (a.s.)’dan sonra herhangi bir peygamber tarafından uyarılmamış (36/6) cahiliyye Arapları -yılda bir kere de olsa- kadim bir dini hatırayı yaşatırlardı.
Hicretin ikinci yılında Ramazan orucu farz olunca Aşure orucu tercihe bırakıldı. Aşure orucu ve buna denk düşen bazı perhizler, kadim zamanlardan beri bilindiği ve yerine getirildiği yolunda bize bazı telkinlerde bulunmaktadır. Denebilir ki, üç semavi (İbrahimi) dinde ortak olan ibadetlerin bir bölümü Adem’den başlamak üzere hem her peygamber tarafından tebliğ edilmiş, hem de her zaman biline gelmiştir.
Dinlerin menşei bir (Ed Din) olduğu gibi, ibadetlerin de menşei birdir. İbadet çeşitleri, şekilleri, ritüeller ve formlar (menasik) zaman içinde önemli farklılıklar gösterebilir veya farklı şeriatlar içinde farklı formlar kazanabilirler. Yahya (a.s.)’ın vaftizi, son tahlilde abdesttir. Vaftizci Yahya’nın abdesti Hristiyan dininde Kilise’nin vaftizi olarak devam eder; İslamiyet beş vakit namaz öncesi abdest ve gusül abdesti olarak bunu devam ettirir. Asıl amacı ruhi arınma olan ibadete, bedensel temizlik ve arınmayla hazırlanmaktır. Ama artık manevi miraca hazırlık olmak üzere bedeni arınmanın şekli Kur’an’ın bildirdiği (5/Maide, 6) ve Resulüllah (s.a.)‘ın gösterdiği gibi abdesttir.
Manevi arınmanın pür ruhani olabileceği yönündeki kanaate aykırı olarak, oruç beden üzerinden de yüksek düzeyde arınmanın mümkün olduğunu gösterir; beden yanında servet dolayımında arınmanın diğer bir imkanı manevi temizlik anlamındaki ‘tezkiye’ ile yakın bağı olan ‘zekat’tır.
Zekat sadece ruhsal bir temizlik ve arınma değil, fakat aynı zamanda temizlenmiş “servetin artarak büyümesi“ demektir. Zekat ile bir ‘gider kalemi’nin daha büyük ölçekte ‘gelir olarak’ geri dönmesi çoğu zaman paradoksal gibi görünse de aslında kendi içinde farklı bir sarmala işaret eder.
Çoğumuz niçin oruç tuttuğumuzu iyi bilmiyoruz. Dini ibadet ve ritüeller binlerce yıllık gelenekler içinde kısmen de olsa iç (bâtınî) ve hakiki anlamlarını kaybediyorlar. İçinde gözümüzü açtığımız sosyal çevrede hazır bulduklarımızı tekrar eder, bizden sonra gelenlere öylece devrederiz. Elbette gelenek bütünüyle bilinçten yoksun davranış değildir, ama “bilinçten yoksun davranış“ dine ve geleneğe büyük zararlar verir. Her tavır ve eyleminde ilahi mayası ruhu izhar ettiren gelenek, onu yaşayan ve yaşatanların örfü ve irfanıdır. Örf ve irfan özelliğini kaybetmiş davranış kalıplarına ruhu kurumuş rutin tekrarlar diyebiliriz. Geleneği yozlaştıran şey, onun kurucu ilkesiyle olan bağının kopması, böylelikle değer ile formun birbirlerine yabancılaşmasıdır. Deformasyona uğrayan gelenekte öz ile kabuk arasındaki bağ kopar, zaman içinde rutin tekrarlar özü unutturur.
Oruç tutan kişi, eğer “benden öncekiler oruç tuttu, şimdikiler de tutuyor, o halde ben de tutmalıyım” diyorsa, bu, bilinçten yoksun tekrara dayalı bir davranıştır. Bizden önceki on binlerce senede oruç tutanlar gibi oruç tutmak insana kadim bir duygu kazandırır ama bunun ruhi tecrübeyi unutturan rutin tekrar olmamasına bağlıdır. İman, hiç değilse yerine getirilen bir ibadetin belli bir amaç çerçevesinde eda edilmesini gerektirir. Amaç varsa bilinç de vardır. Ancak her amaç, yüksek bir bilinç hali değildir ve ibadetin yöneldiği “hikmet”le ve “müteal gaye” ile örtüşme içinde olmayabilir. Mesela, sabahtan akşama kadar yemeden, içmeden kesilmeye indirgenmiş bir orucun, içi hikmetinden boşaltılmış, tamamen perhize indirgenmiş bir diyetten farkı yoktur; elbette bedene faydası vardır, lakin ruha ve kişiliğin manevi kemaline faydası yoktur. Oruç öyle bir ibadettir ki, niyet ile nihayet arasındaki bağ korunmadıkça, aradaki eylemler bizi menzile götürmez: “Nice oruçlu vardır ki, onun oruçtan nasibi aç ve susuz kalmaktan ibarettir. Gecelerinin ibadetle geçiren nice kişi vardır ki, onun bundan nasibi sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mace, Sıyam, 21.) Niyet de nihayette Allah rızasıdır. Niyet ve nihayet ihlas ile eylemlere istikamet verirse, bedene binbir diyetten çok daha fazla fayda sağlar.
Bedensel perhizin bugünkü ifadesi “rejim veya diyet”tir. Sıkı, düzenli ve bilimsel kurallara dayalı bir rejim/diyet bedene “modern estetik” katar. Eski Grekler gibi salt gövdeye indirgenmiş güzelliği bugün geliştirilmiş tekniklerle iş yapan güzellik salonları vadeder. Bedenin merkeze alındığı bir estetiğin gerisinde herhangi türden entelektüel ve manevi güzellik yoktur. Bu biraz da hoşa giden bir biçim olarak heykel sanatında söz konusu olan suret ile madde arasındaki ilişkiye benzer. Güzellik hangi ölçülerde heykele yansıtılmış olursa olsun, heykel insanın sureta bir kopyasıdır; Yunanlılar heykelle ölümsüz tanrıların insanbiçimci formlarını yansıtmak istiyorlardı. Ama en azından zihinde kurgulanan model tanrılar hareketli, heykel cansız ve ruhsuzdur. İbrahim aleyhisselam, baltasıyla heykelleri bir bir devirirken şöyle seslenmişti: “Size ne oluyor, konuşsanıza!“ (37/Saafat, 92). Michelangello da, mermerden yonttuğu harikulade Musa heykeline öfke ile seslenmişti: “Kalk ey Musa!“ Tabii ki heykeller ne İbrahim’e ne Michelangello’ya cevap veremediler.
Bu açıdan İslam, güzelliğin heykele yansıtılmasını saçma bir uğraş saymıştır, çünkü hiçbir sanatçı Tanrı’nın zatını bilemez, dolayısıyla onu cisimleştiremez.
Her birimiz, hakiki güzelliğin anlam kaybına uğradığı bir Yunan heykeli olabiliriz. Yeniden üretilmemiş ve sentetik olmayan bedensel güzellik dinin de tavsiye ettiği bir şeydir. Sünnet’e riayet eden bir insan şiş göbek olmaz. Ama aslolan ruh güzelliğinin bedensel yansımasıdır. Organlar arasında tam bir uyum olması beklenir. Düşünün, yüzü hayli güzel biri obez bir bedene sahip olsun; bu profildeki insan bedeni adına yüzünün cemaline yazık etmiştir. Ruhu çirkinleştiren şeyler ise, şeytanın bizde bir huy ve mizaç haline getirdiği günahlar, haramlar, çirkinlikler (habais ve münkerler)dir. Ramazan orucu, bize birkaç yönden ve sinsice yaklaşan şeytanın bizi çirkinleştirmesine karşı bir ay boyu bilinçli olarak gösterdiğimiz direnci ve mücadeleyi simgeler.
“Ramazan ayı orucu » Allah’a mahsus bir ibadettir. Gün boyu hiçbir şey yemeden içmeden veya meşru/helal olsa dahi cinsel ilişkiye girmeden, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek aç ve susuz kalıyoruz. Temelde helal iken yiyecek ve içeceklerin ya da eşimizin bize bir süreliğine yasaklanması son derece ilginçtir. Kişi iki duyguyu bir anda yaşar: Biri, hiçbir şeyin ebediyen kendisi için ve sınırsız olarak serbest olmadığını düşünür; diğeri çok arzu etse ve ihtiyaç duysa bile oruç zamanında kendini tutar (imsak), arzularını engeller: “Ademoğlu’nun her ameli kendi içindir. Oruç hariç. Onun mükâfatını Ben veririm; çünkü yemesini ve nefsi arzularını benim için terk ediyor” (Buhari, Savm, 2; Müslim, Siyam, 152). Oruç bir yandan azgın tutku ve ihtiraslarımızın yuvalandığı nefsi terbiye eder, diğer yandan –sair ibadetlerde olduğu gibi- bizi Allah’a yakınlaştırır.
“Çok yemek, çok uyumak ve çok gülmek kalbi yorar”. Bu, fiziksel yönden bir yorgunluk olabileceği gibi manevi ve entelektüel yönden bir yorgunluk, performans düşüklüğü, algı ve kavrayışta gerileme de olabilir. Bununla beraber Ramazan’ın en güzel, neşe verici yanı “iftar saati”dir. Gün boyu oruç tutmuş çoluk çocukla, sofra başında birkaç dakika beklemenin ayrı bir zevki vardır. Bu yüzden Allah’ın Elçisi (s.a.), “Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği, diğeri Allah’a kavuştuğu vakittir” buyurmuştur (Buhari, Savm, 2). Oruçlunun iftarda “acele etmesini” tavsiye eden (Ebu Davut, Savm, 2) Peygamber Efendimiz, sanki iftar ile Allah’a kavuşma arasında uzak mesafeden bir bağ olabileceğini ihsas etmek istemiştir. İftardan önce namazın mekruh olması bununla ilgili ince bir hükümdür. “İnsanlar iftarı yapmakta acele ettikleri sürece, hayır üzere devam etmiş olurlar” (Buhari, Savm, 45). Kısaca oruç, imsak’ı da, iftarı da güzel bir ibadettir.
Gerekleri yerine getirilerek tutulduğunda oruç, yaşamakta olduğumuz hayat ile hayatın derin ve hakiki anlamı arasında sahici ve asli bağ kurmamıza, kendimizi ve yapıp-ettiklerimizi bir kere daha gözden geçirmemize vesile olur.
Çok karmaşık, ayrıntılara (tekasür) boğulmuş, temposu hayli yüksek bir hayat yaşıyoruz. Yaratılışımızın hikmeti ve varoluşumuzun amacı konuları üzerinde çok az düşünüyoruz. İnsanların kafasanı neredeyse bir çöp kutusuna çeviren ve herkesin zihnini kendi girdabına çeken modern kültür, bize önemli sorular sormayı unutturuyor. Dinlenmeye, düşünmeye ve bazı şeylerin iç yüzünü anlamaya kimsenin vakti yok sanki. İşin kötüsü, artık bunlara “gerek duyanlar”ın da sayısı giderek azalıyor. Halbuki İslam, “çalışma” kadar “tefekkür ve ibadet”i de yüceltiyor. Herkes çok çalışıyor. Zaten modernleşme zamanının geçerli bir yaklaşımı olarak, hep çalışmayı öne çıkarıyor, hatta neredeyse ibadetin sadece çalışma, yani mal ve hizmet üretmekten ibaret olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Hayatımızın temposundaki hız daimi bir artış içinde. Tempo hızlandıkça, mesafeler kısalıp zaman ve mekan duygusu zayıfladıkça, her şeyin anlamı kayboluyor, varlık sığlaşıyor, sırlar buharlaşıyor. İnanılmaz hız kaydediyoruz ama Siyahilerin irfanında dile getirildiği üzere “ruhumuz geride kalıyor.“
Bu çerçevede sanki Allah senede bir ay bizim tatile girmemizi; tümüyle bırakmasak da, hiç değilse hayat tempomuzu yavaşlatmamızı, bu sayede kendimizi her zamankinden daha çok tefekkür ve ibadete vermemizi, iç yolculuğa çıkıp kendimizle buluşmamızı murad ediyor. Enfüs ile âfâk arasında denge kurulmadığında kendini âfâka kaptıran materyalist, enfuse kaptıran idealist olur ki, hem materyalizm hem idealizm iki aşırı uç yani ifrat ve tefrittir.
Namaz kılmak, zikir yapmak, güzel bir şey. Ama durumumuz müsait ise, sahura kadar yatmayıp Kur’an okumak, İslami ilimleri veya dinin zaruri bilgi ve hikmetlerini araştırıp öğrenmeye çalışmak; mümkünse okuduğumuzu birkaç kişiyle müzakere etmek, bereketli sohbet meclisleri ihdas etmek çok faydalı olur.
Bir mü’min dünyada inancı ve davasıyla yapayalnız kalsa bile, o İbrahim aleyhisselam gibi “tek başına bir ümmet.” (16/Nahl, 128.) bilinci ve sorumluluğuyla davasından kopmaz, “emrolunduğu gibi“ (11/Hud, 112) hayatına ve mücadelesine devam eder. Bezginlik, umutsuzluk, korkaklık, yılgınlık, başkalarının sapması, savrulması rahmet evinin çok uzağında kalır. Firavun baskısının dayanılmaz raddeye geldiği bir zamanda Musa aleyhisselam mü’minlere “Evlerinizi namaz kılınan (kıbleye dönük) yerler yapın” (10/Yunus, 87) demişti. Her biri bir mescid olmuş evlerden daha güçlü istihkam noktaları olabilir mi?
İnsanlar, aile duygularını kuvvetlendirmek, akraba ve dost ziyaretlerini sıklaştırmak (Sıla-i rahim) ve birlikte okuyup müzakere etmek, birbirlerine manevi takviyelerde bulunup hem arz üzerinde hem evlerinde kalplerini sağlamlaştırmak suretiyle evlerini birer mescid haline getirebilirler. En güzel, haz verici ve faydalı öğretim sohbettir. Sohbet, tıpkı Resulülah (s.a.)’ın meclisinde olduğu gibi dairevi, insandan insana ve yüz yüze olduğunda sahici olur.
Kaynak: Farklı Bakış