Dünya’da insanlığın ilk zuhur etmesiyle birlikte başlayan göç hareketleri günümüze kadar kesintisiz bir şekilde devam etti İlk insan Adem babamızın yeryüzüne gelmesi ve birçok kabilenin zamanla oluşması ile beraber insanoğlu farklı arayışlara gebe kaldı. İnsan fıtratı gereği bazende coğrafyanın doğal şartları insanların bir yerden başka bir yere doğru ilerleyişini tetiklemiştir. İslam inancında Hz. Adem’in Bugün Arafat Dağı olarak bilinen ve Müslümanların kutsal atfettikleri bir coğrafyadan neşet ettiğine inanılır. İnsanlığın sıfır noktasının buradan çeşitli coğrafyalara yayıldığı ve bu sayede yeryüzünün çeşitli bölgelerinde irili ufaklı insan popülasyonun oluştuğunu ifade edebiliriz. Ortadoğu merkezli yayılım zamanla bir koldan Orta Asya’ya ulaşırken diğer bir koldan Afrika’nın çeşitli bölgelerine kadar uzanmıştır.
İnsnalığın bu ilerleyişi tarihte bir dönüm noktası olan göç hareketlerinin başında gelen kavimler göçünün gerçekleşmesine kapı aralamıştır. Bu göçle beraber doğu ve batı roma imparatorlukları ikiye ayrılmış zamanla otorite boşluğu oluşarak feodalite yerleşik bir hale bürünmüştür. İlk çağ’ın kapanıp ortaçağın kapılarını araladığı bu göç hareketi hiç şüphesiz bazı bölgelerde yaşayan barbar kavimleri daha insani bir hayat tarzını kazanmasına neden olmuştur. İmparatorluklar, devletler ve hanedanların sonunu hazırlayan göç dalgaları hiç şüphesiz ilahi buyruğun bir kenara itilerek bir nizam anlayışından ileri gelmektedir. Bu ilahi buyruk; “…Tâ ki o mallar, içinizde sadece zenginler arasında dolaşan bir servet hâline gelmesin!...” şeklinde ifade edilmektedir. Bugün ilahi buyruğun bir şekilde görmezden gelinerek dizayn edildiği toplumlar; servetin ve lüks hayatın zirvesinde konumlanırken, bazı toplumlar ise sefaletin ve yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Bugün Akdeniz’in ya da Ege’nin derin sularında umut arayışına çıkan insanlarda zor bir hayattan kurtulma çabasından dolayı canlarını vermektedir.
İnsanları yaşadıkları yurttan uzak diyarlara göç etmeye sevk eden ana sebep servetin belli merkezlerde toplanmasıdır. Dünya’da bu serveti elinde tutan ülkelerin sömürgeci bir ulus devlet anlayışını devam ettirme çabasıda bu göç hareketlerini hızlandırmaktadır. Bu süreç için en cazip bölgeler yaşadığımız son birkaç yüz yıl içerisinde düzenin ya da istikrarlı bir otoritenin bulunmadığı Afrika, Ortadoğu ve bazı Asya ülkeleridir. Zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının bolca bulunduğu bu bölgelerde daha fakir hammaddeye sahip olan Avrupa ve Amerika gibi bölgelere akmaktadır. Bu yarışın içerisine son yüzyılda Çin’de eklendi. Hal böyle olunca kendi vatanlarında huzur ve insanca yaşama şartlarını yitiren milyonlarca insan başka başka beldelere kitleler şeklinde göç etmeye mecbur bırakıldı. Kimi zaman etnik temizlik(Çin’in Doğu Türkistan zulmü), kimi zaman hammadde arayışı (ABD’nin Afganistanda uranyum ve toryum elde etme çabası ve Irak’ta Petrol’u alması), kimi zaman Jeopolitik kaygılar(Rusya’nın Suriye savaşı ile sıcak denizlere inmesi), kimi zamanda dinsel ütopyanın oluşturduğu işgaller(İsrail’in Kudüs işgali ve Süleyman mabedini yeniden inşa etme adına yaptığı soykırımlar) tüm bu süreçlerin faturası mazlum biçare insanlara kesilmiştir. Savaş uçaklarının, tankların ya da para militer askeri unsurların yarattığı kaos, işkence ve gayri ahlaki durumlar insanları yerinden yurdundan etmiştir. Suriye’de oluşan manzara ve göç hareketleri hiç şüphesiz bunun sonucudur. Afganistan'da yaşanan hadiselerde benzer sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Türkiye özelinde uzun zamandır gündem oluşturulmak istenen mülteci sorunuda bazı siyasi rant kavgası içine girmiş gruplar eliyle kullanılmaya çalışılıyor. Suriye özelinde başlayan çeşitli mülteci sorunları zamanla Afganlarında Türkiye’ye iltica etmesiyle ciddi bir eşiğe ulaşmış vaziyette. Muhalif kesimin iktidarı sıkıştırmaya çalıştığı mülteci meselesinde iktidar farklı arayışlara ve formüller bulma noktasın da elle tutulur bir çaba gösterememiştir. Türkiye’nin göç politikası batıya yaranma adına tavizler, tahammüller ve çıkar kaygısına kurban edilmiştir. Tavizler diyorum Avrupa kapılarını Türkiye’ye koşulsuz açsın diye mülteciler Türkiye’de iskan edildi. Tahammüller ise Avrupa Birliği’nin koşullu bir şekilde sağladığı finansal desteklerden kaynaklanırken, Çıkar kaygısı ise ağır işlerde çalışacak ucuz iş gücü adı altında izlenen politikaların yereldeki insanları tedirgin ederek kızdırmıştır. Tabi bu gerekçelerin varlığı insan olma onurunun üstüne geçmemeli. Birkaç emperyalist kafanın çizdiği sınırların varlığı insanlığın kardeş olduğu anlayışından uzaklaşmamalı. Kadim bir medeniyetin bakiyesinde yaşayan insanların kardeş milletlere el açması kadar tabi bir durumolamaz. Kimse yaşadığı köyü ya da şehri gerekçesiz bırakıp meçhule doğru bir yolculuğa çıkmaz. Mülteci olmak bir tercih değil bir sonuçtur. Bombaların yağdığı açlık ve sefaletin kol gezdiği yerde hiçbir insan uzun süre tutunamaz. Bunun içindir huzur ve refah arayışına giren insanlar göç etmiştir. Müslüman milletlerin birlik içinde yaşaması ve birlikte bir gelecek inşa etmesi hiç şüphesiz emperyalist fikirlere sahip odakları derinden sarsacaktır. Adil bir dünya düzeni inşa edilene kadar Müslüman milletlerin birlik ve beraberli ülküsü ile hareket etmesi bir zorunluluk. Bu birlik ve beraberliğin varlığı emperyal aklın hedeflerini yek ile yeknesak edecektir. Rızık endişesi ve gelecek kaygısı ile ortaya koyulan mülteci isyanı Allah’a inan toplumların şu ayet ışığında yeniden düşünmesi zorunlu kılar;
“Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Allah onların halen bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta vardır.”(Hud 6)
Bu dünyada hiç şüphesiz hepimiz birer emanetçiyiz bize verilen zamanın ve bedenin yeri geldiğinde teslim edeceğimiz bir sahibimiz var. Bu dünya bizim olmadığı kadar başkalarının da değildir. Hepimiz bu dünyada mülteciyiz. Bizim olmayan bir dünyada bize kalacak günahlar bırakmayalım değerli dostlar…