Mahmut Olgun

Tarih: 06.04.2025 20:44

Hendek Başında Sessizlik

Facebook Twitter Linked-in

"Şâhitlik edene ve şahitlik edilene andolsun ki, (mü’minleri, masum çocukları, insanları yakmak için) hendek kazıp içinde alevli ateş yakanlar lanetlenmiştir. O vakit, ateşin etrafında oturmuş, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı..." (Bürûc, 85: 3–7)

Tarihler değişiyor, fakat zulmün biçimi sabit kalıyor. Gazze’de çocukların kanı kururken, dünya bir hendek başında suskun. Kur’an’ın lanetlediği bu sahne, sadece bir tarihi anlatı değil, aynı zamanda bugünün tanıklığıdır. Yangın karşısında suskun kalmak, en az ateşi yakanlar kadar sorumluluk taşır.

Unutmak yalnızca hafızayla ilgili bir mesele değildir; bazen göz göre göre sessizleşmektir, bazen başka tarafa bakmaktır. Bugün mazlumların çığlığı dünya toplumlarının kulaklarında yankılanmıyor çünkü herkes kendi iç meseleleriyle meşgul. Ancak hakikatin doğası şudur: Mazlumun acısı sınır tanımaz; zulüm evrenseldir ve karşısındaki adalet arayışı da öyle olmalıdır.

Modern dünyanın ve dönemin siyasal yapıları, görünüşte birbirinden farklı olsa da çoğu zaman aynı işleyişe sahiptir. Birçok otoriter rejimler ile dini temelli otoriter yapılar arasında, biçimsel farklılıkların ötesinde ciddi benzerlikler bulunur. Her ikisi de toplumları 'makbul vatandaş' paradigmasıyla şekillendirir, eleştirel düşünceyi bastırır ve çoğulculuğu tehdit olarak görür. Bu rejimler, iktidarı merkezileştiren, lider etrafında mitolojik bir anlatı inşa eden ve devlet ile partiyi iç içe geçirerek totaliter bir düzen kuran yapılardır.

İster din referanslı olsun ister seküler değerlerle şekillenmiş olsun, bu tür rejimlerin ortak yönü, "öteki"ni sürekli yeniden üretmeleridir. Bazen inancı farklı olanı, bazen etnik kimliği ya da muhalif duruşu olanı dışlayarak toplumda sürekli bir tehdit algısı canlı tutulur. Bu tehdit algısı, iktidarın meşruiyetini korumanın en etkili aracı haline gelir. Sonuçta ortaya çıkan şey, sadece baskıcı bir yönetim değil, aynı zamanda halkların vicdanlarını ipotek altına alan bir düzendir.

Ekonomik olarak da durum farklı değildir. Devlet ihaleleriyle oluşturulan bürokratik burjuvaziler, hangi ideolojik renge boyanırsa boyansın, halkın kaynaklarını dar bir sınıfa aktarır. Bu sınıflar, seküler de olabilir, muhafazakâr da; ama ortak noktaları, kamusal kaynaklara asalak biçimde yapışırlar.

Ve tüm bu yapıların ortasında, Filistin örneğinde olduğu gibi, dünya mazlumlarının çığlığı boğulmakta. Çünkü bugün artık sadece zulmedenler değil, seyredenler de çoğaldı. Sessizlik, tarafsızlık değil; çoğu zaman zulme ortaklıktır.

Zulmü yalnızca uygulayanlar değil, onlara sessiz kalanlar da tarih önünde hesap verecektir. Kur’an’ın "hendek" metaforu, zamanlar üstü bir uyarıdır: Bugünün hendekleri medya ekranlarında, diplomatik masalarda ve kalbini susturmuş toplumların içinde kazılmaktadır.

Ve bugün biz o ateşin etrafında oturuyor, sessizce seyrediyoruz.

Sessizlikle örülmüş bu zulüm düzenine karşı, atılabilecek ilk ve en önemli adım, suskunluğun terk edilmesidir. Tarafsızlık kisvesi altında zulme göz yummak, adaleti öldürür. Bu yüzden bireyden topluma, kurumdan ümmete kadar herkesin, bütün bir insanlığın vicdani sorumluluğu vardır. Mazlumun dini, kimliği ya da coğrafyasına göre şekillenmeyen evrensel bir adalet anlayışının inşası, bu çağın en acil ihtiyacıdır.

Sivil dayanışma ağlarının güçlendirilmesi, hakikatin üzerindeki örtüyü aralayacak entelektüel ve kültürel çabaların artması, zulmü besleyen ideolojik ve ekonomik yapılarla yüzleşme cesareti bu mücadelenin asli parçalarıdır. Dua etmekle yetinmeyip, o duanın gereğini yaşamak; inancı sadece dilde değil, adaletle birlikte hayata taşımak gerekir. Çünkü zulüm küresel olsa da adalet direnişi de küresel olmak zorundadır artık.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —