Sevgili dostum,
Eskiler “Her insanın sinesine gizlenmiş bir gurbet var.” demişler. İnsanoğlu hiçbir zaman kendisini terk etmeyecek bir gurbet taşıyor benliğinde. Bu sebeple midir bilemiyorum, bizim gibi yaşı kemale ermiş olanların yüreği tedirgin bir hal üzeredir her zaman. İnsan bu, dağları aşıyor, ovaları aşıyor uçsuz bucaksız çölleri aşıyor ancak yüreğindeki vadileri, dehlizleri aşamıyor. Hani “Okyanusu aşıp derede boğulmak” denir ya sanki öyle bir durumda insanoğlu. Sılaya varmış olsa da gönlünü saran esaretten kurtaramıyor yakasını. Söz gurbete ya da sıladan açılınca gözleri nemleniyor insanların, dilleri depreşip duruyor. Böyle zamanlarda dudaklarının ucuna peş peşe hücum eden kelimelerden bir cümle bile kuramıyor insan. Arada durup derin bir iç geçirdikten sonra kırık dökük bir iki kelime ile özlemini anlatmaya çalışıyor. Durup geriye bakınca, su misali akıp giden zaman, bizden çok şey alıp götürmüş. Ancak bunun da farkına varamıyoruz çoğu kez. Eli boş gidecek değildi ya… Alacaklı, alacağını almadan gitmezdi elbette. Eskilerin de dediği gibi “Her şeye rağmen geçmişe takılıp kalmamak lazım, lakin geçmişi unutmak da doğru değil.” diyorum ben de.
Aziz dost
Gurbete dair o kadar çok ağıtlar yakılmış, şarkılar, türküler söylenmiş ki. Hepsi de yüreğimizde büyük izler bırakmış özlerden oluşuyor. “Sen bir yerde, ben bir yerde, ayrı düştük aynı yerde.” mısraları içimizi dağlamıyor mu? Ya okuduğumuz öyküler, bunların önemli bir kısmı zorunlu ayrılıklar üzerine kaleme alınmış biliyorsun. Uzun yıllara dayanan okumalarımıza dönüp baktığımda, gurbet üzerine yazılan ne kadar da çok şey varmış. Bu öyküleri okudukça yalnızlık ve hüzün insanın benliğini sarmalıyor. Bir ömür seni bırakmayacak ince bir sızı gelip yüreğine yerleşiyor, asırlık ev sahibi edasıyla. Gurbet hikâyelerinin bir başka konusu ise dostluk. Çoğu zaman ana teması dostluk olan öykülerimizin içinde ayrılık da var, büyük özlemler de… Hepsinde ayrı bir keder ayrı bir derinlik var. En önemlisi bu öykülerin satır aralarında küçük de olsa bizi yüreklendiren umut var. Belki de gurbetin katlanılır yanı da bu umut kırıntılarıdır. Aksi halde hangi yürek dayanır ki böyle büyük bir özleme ve yalnızlığa…Anlaşılan nereye gidersek gidelim doğup büyüdüğümüz yerleri de alıp götürüyoruz beraberimizde. Buna rağmen içimizdeki keder de bitmiyor, hüzün de... Nihayetinde bize kalan derin bir hüzün ve tükenmemesi gereken bir umut.
Kıymetli dost,
Doğup büyüdüğümüz toprakların hikâyeleri de dağları gibi ihtişamlıydı. Gözümüz başı dumanlı dağlarımızın zirvesinde, kulağımız yazılı kayıtlarda rastlanılmayacak hikâyelerimizdeydi. Büyüklerin dilinden düşmeyen bu büyüleyici öykülerdi. Şifahi kültürün çocuklarıydık biz, okuma ve yazması olmayan dedelerin ve ninelerin büyüttüğü çocuklar. Televizyon ve radyonun girmediği, elektriğin olmadığı evlerde, uzun kış gecelerinde hikâye kültürü önemli bir gelenekti. Akşam namazının akabinde yer sofrası toplardı aileyi bir araya. Sonra idare lambasının loş ışığında, gecenin kahramanları söze başlardı. Bu hikâyelerde bazen ihanetler görülse de ana tema hep dostluk üzerineydi. Öykülerimizin kahramanları bu topraklarda yaşamış insanlardı, anlatılanlar ise onların hatıralarıydı. Aslında hikâyeleri anlatanlar da bu sahici dostlukların önemli örnekleriydi. Öyle ki zihin dünyamızı bu anlayış şekillendirmişti. Yaşamın içinde gelen dostluk anlayışı hayatımızın güzel yanıydı. Bu topraklarda kederden başınız yana düşecek olsa, bir dost omuzu dayanak olurdu, başımız düşmezdi yana... Elimize dokunurdu dost eli, omuzumuza hatta yüreğimize değerdi dost yüreği… Hüznümüze sevinç, öfkemize merhamet ve sinemizi paralayan yaraya merhem olurdu dost. Sonrasını biliyorsun, insandan geçilmeyen koca şehrin caddelerinde destansı bir yalnızlık bizi karşıladı. Dost arıyor insanlar, güven vermeyen bir diyarda. Dost aramak olur mu deme, eksik olan ne ise onu ararmış insanoğlu.
Kıymetli dost,
Böylesine içten ve adanmışlık duygusunun hâkim olduğu bir kültürle yetiştikten sonra güven duygusunu arayacak durumlarda yaşama tutunmaya çalışıyoruz. Gençlik umutlarının, dostluk duygusunun elimizden kayıp gitmesini çaresizlik içinde izliyoruz. Özgürlüğün simgesi dağlara baka baka büyüdükten sonra şehrin vefasızlığına yenik düşmüşüz. Yamaçlarında özgürce at koşturduğun dağların ihtişamından, şehrin kimliksizliğinde kaybolmuşuz. Adımızla yaşadığımız topraklardan, varlığımızı, varlıkla ispata zorlandığımız mekânlara esir kalmışız. Aslında benliğimizden ayrı ayrı düştüğümüzü de görememişiz. Şimdi, zirvesine baka baka büyüdüğümüz dağlara bakıyorum, bir de takılıp düştüğümüz engellere... Dostum! Şair halimizi ne de güzel ifade etmiş. “Zirvesine göz koyduğum dağlara bak, koşup takıldığım çitlere bak.”
Yolcu
ben dağları düşlerken
koca şehirlerden geçti yolum
her köşe başında bir tuzak
az kalsın kayboluyordum
nice insanları yutan sokaklarında
haramiler diyarında adım şâkiye çıktı
bir dağa düşseydi yolum
yamacında akan bir derede yıkanırdım
ruhum arınırdı, belki de insanlık...
bu kirlenmiş şehirlere hiç gelmeseydim
kutsal kitaplara sığınmıştı şehir eşkıyaları
hiç biri açmıyordu kapaklarını oysa
sürekli mırıldanıyorlardı kutsal metinleri
bu yüzden anlayanı yoktu anlayacakları da…
gözlerim semaya takılıyor uzun uzadıya
yıldızları sayıyorum bir bir
kayan yıldızları görüyorum birer birer
sonra ben ölüyorum her seferinde
mahzun bir yüreğin derinliklerinde
bir nehrin kıyısında duruyorum
su akıyor, zaman akıyor ve ben akıyorum
kim daha hızlı kim yorgun göremiyorum
sevdamı yazıyorum benimle akan suya
kim görüyor, kim okuyor bilemiyorum
ben okuyorum her kelimesini hece hece
sonra zaman bitiyor, günler ölüyor birer birer
dün ölüyor bu gün ve yarın...
bana geliyor ölüm sırası
ben ölüyorum bir bir dün bu gün ve yarın
eski kefenler giyiyorum artık
ölü müyüm ben bilmiyorum
nefes alıp veriyorum diye
diri miyim ben bunu da gören yok…