Musab Aydın

Tarih: 04.08.2022 00:43

HAYATA KIYISINDAN TUTUNMAK

Facebook Twitter Linked-in

Sevgili dostum,

Eskiler “Her insanın sinesine gizlenmiş bir gurbet var.” demişler. İnsanoğlu hiçbir zaman kendisini terk etmeyecek bir gurbet taşıyor benliğinde. Bu sebeple midir bilemiyorum, bizim gibi yaşı kemale ermiş olanların yüreği tedirgin bir hal üzeredir her zaman. İnsan bu, dağları aşıyor, ovaları aşıyor uçsuz bucaksız çölleri aşıyor ancak yüreğindeki vadileri, dehlizleri aşamıyor. Hani “Okyanusu aşıp derede boğulmak” denir ya sanki öyle bir durumda insanoğlu. Sılaya varmış olsa da gönlünü saran esaretten kurtaramıyor yakasını. Söz gurbete ya da sıladan açılınca gözleri nemleniyor insanların, dilleri depreşip duruyor. Böyle zamanlarda dudaklarının ucuna peş peşe hücum eden kelimelerden bir cümle bile kuramıyor insan. Arada durup derin bir iç geçirdikten sonra kırık dökük bir iki kelime ile özlemini anlatmaya çalışıyor. Durup geriye bakınca, su misali akıp giden zaman, bizden çok şey alıp götürmüş. Ancak bunun da farkına varamıyoruz çoğu kez. Eli boş gidecek değildi ya… Alacaklı, alacağını almadan gitmezdi elbette. Eskilerin de dediği gibi “Her şeye rağmen geçmişe takılıp kalmamak lazım, lakin geçmişi unutmak da doğru değil.” diyorum ben de.

Aziz dost

Gurbete dair o kadar çok ağıtlar yakılmış, şarkılar, türküler söylenmiş ki. Hepsi de yüreğimizde büyük izler bırakmış özlerden oluşuyor. “Sen bir yerde, ben bir yerde, ayrı düştük aynı yerde.” mısraları içimizi dağlamıyor mu? Ya okuduğumuz öyküler, bunların önemli bir kısmı zorunlu ayrılıklar üzerine kaleme alınmış biliyorsun. Uzun yıllara dayanan okumalarımıza dönüp baktığımda, gurbet üzerine yazılan ne kadar da çok şey varmış. Bu öyküleri okudukça yalnızlık ve hüzün insanın benliğini sarmalıyor. Bir ömür seni bırakmayacak ince bir sızı gelip yüreğine yerleşiyor, asırlık ev sahibi edasıyla. Gurbet hikâyelerinin bir başka konusu ise dostluk. Çoğu zaman ana teması dostluk olan öykülerimizin içinde ayrılık da var, büyük özlemler de… Hepsinde ayrı bir keder ayrı bir derinlik var. En önemlisi bu öykülerin satır aralarında küçük de olsa bizi yüreklendiren umut var. Belki de gurbetin katlanılır yanı da bu umut kırıntılarıdır. Aksi halde hangi yürek dayanır ki böyle büyük bir özleme ve yalnızlığa…Anlaşılan nereye gidersek gidelim doğup büyüdüğümüz yerleri de alıp götürüyoruz beraberimizde. Buna rağmen içimizdeki keder de bitmiyor, hüzün de... Nihayetinde bize kalan derin bir hüzün ve tükenmemesi gereken bir umut.

Kıymetli dost,

Doğup büyüdüğümüz toprakların hikâyeleri de dağları gibi ihtişamlıydı. Gözümüz başı dumanlı dağlarımızın zirvesinde, kulağımız yazılı kayıtlarda rastlanılmayacak hikâyelerimizdeydi. Büyüklerin dilinden düşmeyen bu büyüleyici öykülerdi. Şifahi kültürün çocuklarıydık biz, okuma ve yazması olmayan dedelerin ve ninelerin büyüttüğü çocuklar. Televizyon ve radyonun girmediği, elektriğin olmadığı evlerde, uzun kış gecelerinde hikâye kültürü önemli bir gelenekti. Akşam namazının akabinde yer sofrası toplardı aileyi bir araya. Sonra idare lambasının loş ışığında, gecenin kahramanları söze başlardı. Bu hikâyelerde bazen ihanetler görülse de ana tema hep dostluk üzerineydi. Öykülerimizin kahramanları bu topraklarda yaşamış insanlardı, anlatılanlar ise onların hatıralarıydı. Aslında hikâyeleri anlatanlar da bu sahici dostlukların önemli örnekleriydi. Öyle ki zihin dünyamızı bu anlayış şekillendirmişti. Yaşamın içinde gelen dostluk anlayışı hayatımızın güzel yanıydı. Bu topraklarda kederden başınız yana düşecek olsa, bir dost omuzu dayanak olurdu, başımız düşmezdi yana... Elimize dokunurdu dost eli, omuzumuza hatta yüreğimize değerdi dost yüreği… Hüznümüze sevinç, öfkemize merhamet ve sinemizi paralayan yaraya merhem olurdu dost. Sonrasını biliyorsun, insandan geçilmeyen koca şehrin caddelerinde destansı bir yalnızlık bizi karşıladı. Dost arıyor insanlar, güven vermeyen bir diyarda. Dost aramak olur mu deme, eksik olan ne ise onu ararmış insanoğlu.

Kıymetli dost,

Böylesine içten ve adanmışlık duygusunun hâkim olduğu bir kültürle yetiştikten sonra güven duygusunu arayacak durumlarda yaşama tutunmaya çalışıyoruz. Gençlik umutlarının, dostluk duygusunun elimizden kayıp gitmesini çaresizlik içinde izliyoruz. Özgürlüğün simgesi dağlara baka baka büyüdükten sonra şehrin vefasızlığına yenik düşmüşüz. Yamaçlarında özgürce at koşturduğun dağların ihtişamından, şehrin kimliksizliğinde kaybolmuşuz. Adımızla yaşadığımız topraklardan, varlığımızı, varlıkla ispata zorlandığımız mekânlara esir kalmışız. Aslında benliğimizden ayrı ayrı düştüğümüzü de görememişiz. Şimdi, zirvesine baka baka büyüdüğümüz dağlara bakıyorum, bir de takılıp düştüğümüz engellere... Dostum! Şair halimizi ne de güzel ifade etmiş. “Zirvesine göz koyduğum dağlara bak, koşup takıldığım çitlere bak.”

Yolcu 

 

ben dağları düşlerken 

koca şehirlerden geçti yolum

her köşe başında bir tuzak

az kalsın kayboluyordum 

nice insanları yutan sokaklarında 

haramiler diyarında adım şâkiye çıktı 

bir dağa düşseydi yolum 

yamacında akan bir derede yıkanırdım 

ruhum arınırdı, belki de insanlık...

bu kirlenmiş şehirlere hiç gelmeseydim

 

kutsal kitaplara sığınmıştı şehir eşkıyaları 

hiç biri açmıyordu kapaklarını oysa 

sürekli mırıldanıyorlardı kutsal metinleri 

bu yüzden anlayanı yoktu anlayacakları da…

gözlerim semaya takılıyor uzun uzadıya

yıldızları sayıyorum bir bir 

kayan yıldızları görüyorum birer birer

sonra ben ölüyorum her seferinde 

mahzun bir yüreğin derinliklerinde

 

bir nehrin kıyısında duruyorum 

su akıyor, zaman akıyor ve ben akıyorum 

kim daha hızlı kim yorgun göremiyorum

sevdamı yazıyorum benimle akan suya 

kim görüyor, kim okuyor bilemiyorum 

ben okuyorum her kelimesini hece hece

sonra zaman bitiyor, günler ölüyor birer birer 

dün ölüyor bu gün ve yarın... 

bana geliyor ölüm sırası 

ben ölüyorum bir bir dün bu gün ve yarın

 

eski kefenler giyiyorum artık

ölü müyüm ben bilmiyorum 

nefes alıp veriyorum diye 

diri miyim ben bunu da gören yok…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —