Sahrada kaybolmuş yaralı bir ceylan gibi duruyordu karşımda. Ne ben onu tanıyordum ne de o beni. İlk defa Dini Yayınlar Fuarı’nda görmüştüm onu. Adı İsabe.
Sıcak bir yaz günüydü. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış iftar öncesi kitap fuarını dolaşıyorum. İz Yayıncılık standının önüne geldiğimde üst üste dizilmiş karton kapaklı beş ciltlik eser takılıyor gözüme. Kitaptan ziyade üzerine konan rakam şaşırtıyor beni. Her biri altı yediyüz sayfalık takım toplam ellibeş lira. Çok üzücü. Belli ki taliplisi olmadığı için koymuşlar bu fiyatı.
Kitabın müellifi, Sahihi Buhari’nin dipnotlarından hatırladığım İbn Hacer. Taşın Oğlu, Askâlanlı. İlk yıllarda başarısız olduğu için medreseden ayrılıp memleketine dönerken bir mağaranın tavanından düşen damlaların alttaki taşta açtığı oyuğu görünce "Benim kafam bu taştan daha sert ve kalın olamaz" deyip geri dönen akıllı delikanlı.
Azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını öğreniyoruz ondan. Hayatının dönüm noktası olan mağarada gördüğü o taşa atfen daha sonra İbn Hacer imzasını kullanıyor eserlerinde.
Kitapların serüvenini / ne zorluklarla ortaya çıktığını bildiğimden, yayıncıya katkı amacıyla bir takım da ben alıp öyle dönüyorum eve. Şu an salondaki yemek masasının üstünde. Adı: El İsâbe Fî Temyizi's Sahâbe. Ben ona bakıyorum, o da bana.
Biraz karıştırdıktan sonra kim okur bu kitabı deyip masaya geri bırakıyorum. Eline alıp baştan sona okuyacak kaç kişi çıkar acaba. Bu tür kitapların akıbeti belli; tozlu raflarda bir müddet bekledikten sonra ya sevabına camiye bırakılır ya da hurda kağıtlarla birlikte poşete doldurulup geri dönüşüm kutusuna atılır.
Olmaz diyorum; kırk yıllık emeğin karşılığı bu olmamalı. Teberrüken de olsa bu kitap okunmalı.
İlk parmağı ben kaldırdım; o görev benim olsun. Afrikalı Leo dışında yarım bıraktığım kitap olmadı. Amin Maalouf'un müstehcen sahnelerinden ikrah ettiğim için bırakmıştım onu da. Hatta bırakmakla kalmamış yırtıp çöpe atmıştım kitabı.
Birinci cildi akşamdan çantama koyup hemen ertesi sabah otobüste başlıyorum okumaya. Fakat kitap değil sanki ansiklopedi okuyorum. Sıkıcı mı sıkıcı. Birkaç hafta sonra Buhârî düşüyor yadıma, fakat olmaz diyorum; bu kitap bitmeden olmaz.
Bilmediğinin düşmanıdır insan. İbn Hacer bir sahabiyi tespit için rivayetin baş tarafını veriyor, ardından gerisini zaten siz bilirsiniz anlamında parantez içinde (...ekli) yazıp konuyu kapatıyor. Tabi ya, bilmez olur muyuz hiç. Fragman izler gibi okuyorum kitabı.
"O ilk iman edenlerdendir. O'nun Habeşistan'da Umeyr isminde bir oğlu oldu, sanırım bu O'dur. Birinci Akabe Biatı'na katılan altı kişiden biridir. İlk muhacirlerdendi. Peygamber onu ensardan Sa'd bin Heyseme ile kardeş ilan etti. Bedir ve sonraki savaşlarda bulunmuş, Yemame'de şehid olmuştur. Kadisiye'de Sa'd bin Ebi Vakkas'ın ordu komutanlarındandı. Biliyorsunuz daha önce birkaç defa geçmişti, onlar sahabi olmayanları ordu komutanı yapmazlardı."
"Rasulullah'ın mevlasıdır. Bera' bin Azib, künyesi Ebu Ammâre'dir. Yerfa' Ömer'in mabeyincisiydi. Karısı Hale ona Hâris'i doğurdu. Bekkâînler'dendi. Kardeşiyle birlikte Cisri Ebu Ubeyd savaşında şehid oldu. Dağatır'ın biyografisinde onun hakkında bilgi verilecektir. Cahiliye devrinde Beni Temim'in başkanlarındandı. Ebu Nuaym bunu, ed-Delâil isimli kitabında andı. Ona Vehban da denilir. Sıffîn'de Ali ile beraberdi. Ezdî değil Kindî'dir. Tabiînin birinci tabakasındandır, mürsel hadisler rivayet eder."
Sayfaları çevirdikçe daha önce adını sanını duymadığım çoğu tabiîn ve tebe-i tabiîn tabakasından yüzlerce isim çıkıyor karşıma.
Ebu Musa, İbn Abdilber, Ahmed, Kisâî, İbn Mende, İbn Seken, Ebu Hatim, İbn Düreyd, İbn Fethun, Dârekutnî, Iclî, İbn Esîr, Beğavî, İbn Kelbî, Bâverdî, İbn Asâkir, Belâzûrî, İbn Şahin, Ömer bin Şebbe, İbn İshak, Abdan, İbn Şihâb, Vesîme, Zübeyr bin Bekkâr, Ebu el Ferec, İbn Kanî, Moğultay, Ebu Nuaym, Zehebî, Askerî, Medâinî, Vakıdî, İbn Yunus, Ebu Ömer eş Şeybânî, İbn Hibbân, Merzübânî...
Akademik çalışmanın ilk örneklerini veren insanlar bunlar. Deve üstünde geçmiş ömürleri. İslam’ın gelecek nesillere, doğru aktarılabilmesi için uğraş vermişler. Hayatta kalan sahabilerden aldıkları bilgilerle oluşturmuşlar kitaplarını. Kimi deri üzerine yazmış eserini, kimi papirüse.
Mekke, Halep, Humus, Basra, Mısır, Horasan ve diğer İslam beldeleriyle ilgili ayrı ayrı kitap yazmış bu insanlar. O şehirlerde yaşayan sahabilerin Peygamber'le geçen hatıralarını kaydetmişler kitaplarına. Sayfalar ilerledikçe anlıyorsunuz yüklendikleri işin ehemmiyet ve ağırlığını.
Asr-ı Saadet'te yaşanan İslam'ı yazılı metinlerle aktarmışlar bizlere. Onlar sayesinde öğrenmişiz Ömer'in, Ammar'ın, Yasir'in isimlerini. Seyf El Fütûh'u yazmış, Merzübânî Mu'cemü'ş Şuarâ’yı. Lebîd, Ka'b bin Züheyr, Nâbiğâ gibi muhadram şairler Peygamber'e sundukları kasidelerle, nesep ilminin duayeni Kelbî ise Tefsîr’le çıkıyor karşınıza. Ebu Musa ve İbn İshak'ı gördüğünüzde Bedir ve Uhud geliyor aklınıza.
İsimlere olan aşinalığım her çevirdiğim sayfayla biraz daha artıyor, anlatımdan zevk almaya başlıyorum. Yeni yeni anlıyorum ilmin mutfağında dolaştığımı. Huzurla karışık garip bir sevinç kaplıyor içimi. Son cildin son sayfalarında karşıma çıkıyor hüzün; bu kitap biterse ne yaparım diye telaşlanıyorum. Cevap hazır: Yeniden okursun.
Kişi sevdiğinin kapısını çalar; ilk okuyuştan sonra Buhârî ile dönüşümlü olarak iki kere daha okuyorum İsabe'yi. Birinci okuyuşta aklımda kalanlarla yetinmek için hiç kalem almamıştım elime. İkinci okuyuşta önemli bazı yerlerin altını çizmişim. Son okuyuşta ise kitap adeta karalama defterine dönmüştü.
Biliyorum; hafızamda kalan bilgiler yaz yağmurunun toprakta bıraktığı ıslaklık gibi bir müddet sonra silinip gidecek. Karanlıkta bazen görünüp bazen kaybolan titrek ışıklı cılız bir mum olmanın ötesine geçemediğimin ben de farkındayım. Yüreğimde soluklanan muhabbetle avutuyorum kendimi.
Gülüyorum bazen, ağladığım oluyor geceleri. Geçer diyorum. Hayat bu, bazen ağıt bazen sükutla geçer. Gönüllere şenlik olan muhabbet kalır baki. Bir gün gelir musallaya, helalleşir o da geçer.
Mehmet Aktaş