Gördüğümüz şey; gerçek ama mutlak değil. Bizim gördüğümüzü başka açılardan başka türlü görenler de var. Gazali’nin meşhur fil hikâyesi yani izafiyet teorisi de özet olarak bu değil mi; gördüğümüz şey mutlak olmadığı. Benim durduğum yerden benim gördüğüm, bana ait bir gerçekliktir. Bakış açısı değiştikçe gerçek de değişiyordu.
Arabayla çok sık geçtiğim bir yoldan yaya yürümek zorunda kalmıştım geçenlerde. Daha önce görmediğim ne çok şey gördüm. Bakış açım değişmişti çünkü. Gâh hayret ederek gâh gülerek yeniden keşfediyordum çevremi.
Kafamda bu düşüncelerle yürürken ara sokakta küçük bir kahve gördüm. Yorulmuş ve susamıştım, hemen daldım kahveden içeri. Duvar kenarında bir masaya iliştim ve garsona “bir çay” işareti yaptım. Loş bir mekân, sakin. Pek kimse yok.
İkinci çaydan sonra bana en yakın masadaki üç genci ancak fark edebilmiştim. Biri bir şeyler çiziyor ya da yazıyor diğerleri de dikkatlice onu izliyorlardı. Yazan -ya da çizen- elindeki şeyle kesik ve cızırtılı bir ses çıkarıyor ve bu esnada üçü de nefes bile almıyordu sanki. Cızırtı bitince derin bir soluklanma ve ardından bazen kısa bir mütalaa ve yeniden cızırtı.
Çok ciddi bir iş yapıyorlarmış gibi davranmaları beni meraklandırmaya başlamıştı. Böylesine üçüncü sınıf bir kahvehanede ciddi bir şeylerin yapılabileceğine ihtimal vermiyordum. Yine de mevzuyu anlama merakıyla konumumu biraz değiştiriverdim. Bakış açımı değiştirince kavrayışım da değişecekti neticede. Biraz uzaktan da olsa masanın dördüncüsü ben olmuştum.
Cızırtı kesilmiş ve yorum-eleştiri bölümü başlamıştı: “keşideli de olabilir miydi?”, “celi sülüs olsa bu harf…”, “Çırçırlı Ali Efendi… vav, tirfil…”
Anladım sanırım bunlar süslü eski yazı yazıyordu. Anlayamadığım ise basit formlardan oluşan yazma işinin nazarlarındaki ciddiyetiydi.
Neticede şu veya bu mealde bir yazı çıkacaktı. Ne renk vardı ne ışık bilgisini gerektiren bir husus.
Alt tarafı yazı işte, neticede okunabilir olduktan sonrası mı vardı?
Esmer olanı elindeki şeyi- kaleme pek benzer bir tarafı yoktu çünkü- bir küçük şişeye batırdıktan sonra cazırdatarak yeniden yazmaya başlamıştı. Bulunduğum yerden yine de iyice seçemiyordum ama yazıdan çok bir resim veya resimden ziyade bir kazıma işlemi yapıyordu. Alnının çizgileri daha belirginleşiyor ve kaşları, yüz ifadesine uygun olarak sürekli çatılıyor, düzgünleşiyor, yazdığı yazının bir kopyasını adeta yaşıyordu.
Evet batıda da Çin’de ve Arap dünyasında da süslü yazı yazma geleneği vardı. Ama bu genç ve arkadaşları geleneksel bir iş yapmaktan daha çok bir mimari eser yaratıyor, bir Mikelanj heykeli yontuyor gibi ciddi ve hassas davranıyorlardı.
Onlar mı kendini kandırıyordu yoksa ben mi uygun açıdan göremiyor ve meseleyi kavrayamıyordum? Bence bu gençler işi gereğinden fazla ciddiye almış diye düşündüm.
Grafik sanatlara uzak biri değildim neticede. Bu kadar yıldır doğrudan ve dolaylı hemhal olduğum bir sürü kavram, form, imaj, şekil ve terim beynimde dört dönüyor, “istifli sülüs” dedikleri şeyin bitmesini sabırsızlıkla bekliyordum.
Belki benim için eğlenceli bir son da çıkabilirdi. Gençlerin ciddiyetinin arkasının boşa çıkma ihtimalini daha yüksek görüyordum.
İçtiğim çay beşi bulmuştu ki, yazıyı yazan şişenin kapağını kapatmaya başladı. Nihayet yazma işi bitmişti. Bir müddet yazdığı şeyi süzdü, dudak hareketleri beğendiğini gösteriyordu.
Sandalyeme iyice yerleşip bir sigara daha yaktım ve arkama yaslandım. Film başlıyordu.
Yazdığı kâğıdı kaldırdığında öyle bir açı oluştu ki, sanki bana gösteriyordu.
Eleştirecek bir şey bulma hevesindeki beynimin kıvrımlarında şiddetli bir elektrik akımının rastgele dolaştığını hissettim önce. Gözlerim deklanşörü otomatiğe bağlanmış fotoğraf makinesi gibi habire resimler çekip gönderiyordu ama beynimden henüz bir cevap yoktu.
Sekiz on tane inceli- kalınlı kıvrımlı çizgi… Hepsi o kadar! Hatta çizgi bile değil.
Beynimden ilk cevaplar gelmeye başlamıştı: Kontrast mükemmel! Bir yazı için en uygun espas değerleri.
Kulağım -emir dışı- onları dinliyordu.
“Bu işte bütün ölçü...”, şeklin pek çok yerinde bulunan eğikçe bir kareyi gösteriyordu esmer olanı “işte bu noktadır. Vav’ın başı iki nokta”, mürekkepsiz kamışla izafi olarak iki noktayı yerleştiriyordu. “Yüksekliği şuraya kadar iki nokta, elifin boyu altı nokta.”
Hayret, neredeyse ben bile inanacağım. Her söyleyişle birlikte izafi noktaları yerli yerine koyuyordu.
Sonra iş geometriye geldi. Vav’ı yumurtamsı bir elipse çevirdi, elifin ana satırla olan açısal değerini işaretledi. Kendinden emin izafi çizgilerle o basit şekli; elipsten daireye, parabolden bir taksim üç’lük klothoide kadar çeşitlenmiş geometri atlasına çevirdi. Ve sonunda yazıyı okudu: “Bu da geçer.”
Onlar yeni çaylarını içerken ben artık ne dediklerini duyamıyordum. Gözlerimle beynim arasında bir kör dövüşü başlamıştı. Söyleyecek söz bulamamanın sıkıntısı katlanarak artıyor, sırtımın terlediğini hissediyordum.
Şeklin –ya da yazının her neyse- bir bacağını kafamdaki formlara göre uzattığımda bütün sihir bozuluyor, uzattığım kısım hemen sırıtıyordu.
Bu sanki noksansız bir bütündü. Soyutun ta kendisiydi diyordum ama “Bu da geçer”in somutluğunu sığdıracak çuvalı bulamıyordum.
Renk… ışık… gölge… Beynimdeki bütün hücrelerde çatışma başlamıştı. O kadar yılın muhkem zannettiğim birikimi şiddetli bir zelzelenin uğultusuna kapılmıştı.
Muhakememi yitirmiş, bedbin bir haldeydim. Tek hatırladığım dudaklarımdan dökülen cümleydi: “BU DA GEÇER”