Şairin, “İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam” dizesinde dile getirdiği gibi yaratılmışların şereflisi kılınan insan, “İlahi rahmet”in bir sonucu olarak verilen “akıl” ve bununla oluşan “kavrayış”, “muhakeme” yetileriyle donatılarak üflenen ruh ile can bulan “ahsen-i takvîm -yaratılmışların her anlamda en güzeli-” olarak mücessem hale getirilmiş bir varlıktır. Fıtrata ilham edilen/yüklenen fücur/kötülük ve takva/sakınma-iyilik insanın mümeyyiz bir akla sahip olması hasebiyle tercihin kendi iradesine bırakılması ve neticesinde de doğacak bedelleri yine kendisinin ödeyeceği hakikatini beraberinde getirmiştir. Ahsen-i takvimin gereği olan takva/iyiliğin gereklerini yerine getirmek izzet/şeref sahibi kılınmış onurlu mümin olmayı, fücurun/kötülüğün tezahürlerini ortaya koymak ise, esfele safilin/aşağıların aşağısı derekesine yuvarlanmaktan kendini kurtaramayacak münkir/müşrik olmayı tercih etmek anlamına gelmektedir.
Son iki asırdır dünya sahnesi, yaratılmışların en şereflisi kılınan ve bunu sürdüren insanların her alanda nesnel/edilgen pozisyona indirgenmesi ve sahnenin özneliğini/etkinliğini kişilik/karakter fukarası aşağıların aşağısı insanımsı varlıkların eline geç/ir/mesiyle tarihin belki de çok az tanıklık ettiği vahşet/zulüm/işgaller yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. Özellikle bizlerinde yakın şahitleri olduğumuz son yarım asır ise bütün bunların adeta zirve yaptığı bir dönem olarak tarih yazarları tarafından tarihin sayfalarına yazılacaktır.
7 Ekim tarihinde HAMAS’ın “Aksa Tufanı” adıyla Lanetli Siyonist terör yapılanması İşgalci İsrail’e karşı başlattığı operasyon 1948’den beri bu topraklarda yaşanmakta olanlar için aynı zamanda yeni bir miladın başlangıcı anlamına geliyordu. Bu, bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işaretleriydi. İşgal topraklarında yaşayan hiçbir Yahudi o toprakları kendisi için güvenli mekânlar ve meskenler olarak göremeyecekti. “Demir Kubbeler”in bile kendilerine karşı yapılan saldırılara karşı bir kalkan oluşturamadığını bütün çıplaklığıyla görmüş ve acısını tatmışlardı. Milyarlarca dolarlık son teknoloji askeri yatırımların bir anlam ifade etmediğine, çok ilkel yöntemlerle geliştirilen unsurların nasıl hayatlarını bir kâbusa dönüştürdüğüne bizzat yaşayarak şahit olmuşlardı.
Bu terör yapılanmasının başat aktörleri, “tufan”ın kendileri üzerinde ne büyük bir travmaya yol açacağını çok iyi bildiklerinden dolayı, travmanın etkisini minimize etmek için Gazze’ye tarihinin en büyük yıkımını oluşturacak bir saldırıyı başlatma emrini veriyorlar. Gazze’yi haritan silmek ve taş üzerinde taş bırakmamak için bombardıman sağanağını fasılasız gece/gündüz bu topraklarda yaşayan insanların üzerine ölüm/yıkım olarak indiriyorlar. Hastane, okul, ibadethane, çarşı, pazar ne olduğunun ve buralarda kimlerin yaşadığının hiçbir kıymetiharbiyesi olmaksızın kudurmuş bir öfkeyle bu toprakları orada yaşayan insanlara mezar kılmak için bütün gücü ve imkânlarıyla saldırmaya devam ediyorlar. Korkak, ödlek, alçak, namert oluşlarının nasıl bir insanı hayvandan daha aşağı bir derekeye sürükleyip vahşileştirebileceğinin bir gösterisini sunarcasına karadan göğüs göğüse girişemedikleri savaşı hava kuvvetlerindeki üstünlüklerini kullanarak Gazze topraklarını her anlamda tam bir harabeye çevirmektedirler.
Adına “kendini savunma hakkı” dedikleri söylemlerle bu lanetli kavmin insanlık dışı saldırılarına karşın başta ABD olmak üzere tüm batı “haçlı ittifakı”nı andırır bir duruşla arkasında saf tutup, bağlılıklarını bildirmek için el-etek öpme yarışına girdiler. “Küfür tek millettir” düsturunun doğruluğuna hep birlikte bir kez daha çok acı bir şekilde şahit oluyoruz.
İnsanlık bir ayı aşkın bir süredir büyük bir zulmü, soykırımı, vahşeti, katliamı izlemekten öte hiçbir şey yap/a/mıyor. Dünya yaşanmakta olan büyük utançlardan birine daha şahit kılınıyor. Netice itibariyle yaşanmakta olan bu vahşet yaşatanların inanç ve dünya görüşlerinin bir yansıması olarak telakki edilebilir ve bir şekilde anlamlandırılabilir. Zira yakın ve uzak tarihimizde de benzer çok örneklerine rastlamak mümkündür. “Rabbim Allah” dedikleri için Ashabı Uhdud kıssasında kundaktaki bebeği ile ateş kuyusuna atılan anne ile Gazze bombardımanında evladıyla/yavrusuyla can veren annenin bu anlamda hiçbir farkı yoktur. Asırlar değişse de sahne dekorları ve materyaller değişse de değişmeyen tek şey zalimin/kâfirin merhametinin olmadığı, olamayacağıdır.
Peki anlamakta, anlamlandırmakta zorlandığımız nedir o zaman? Diye koskoca bir soru geliyor zihnimizi allak bullak edip boğazlarımızı tıkayıp sürekli yutkunmamızı sağlayan. Siyonist mantaliteyle zihinleri dumura uğramış, ortaya koyduğu söylem ve eylemleriyle lanetli kavmin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapmayan içimizde ki “beyinsizler” midir bizi kahreden? Yoksa koskoca İslam dünyasının ölüm sessizliğine bürünerek ortaya koyduğu tutum, davranış ve yaklaşımlar mıdır? Ya da bu ülkeleri yöneten liderlerin sürekli hesap yaparak bırakın karşı saldırıya geçmeyi, bırakın Gazze’ye gidip bu bombardıman sağanağını durduracak bir duruş sergilemeyi, en ufak bir yaptırım dahi ortaya koymaktan kaçınarak lügatlerindeki en sert kavramlarla kınamaktan öteye gitmeyen söylemleri ile iç siyasete tevdi edilecek tribünlere oynamaları mıdır? Yoksa yüzbinlerce müntesibi bulunan tarikat, vakıf, dernek teşekküllerinin hiçbir şey yapmayıp, nerede durduklarını dahi belli etmeksizin “kuzuların sessizliği”ni andırır sessizlikleri mi canımızı acıtan, içimizi kanatan? Liberal/kapitalist/konformist kafayla hayat her şeye rağmen devam ediyor diyerek bir tarafta masum canlar en vahşi yöntemlerle yok edilirken diğer tarafta eğlencelerle, festivallerle, kutlamalarla adeta kendilerinden geçercesine eğlenen ve sözüm ona “kendilerinin de Müslümanlığından” dem vuran zavallılaşmış insanların aymazlığı, iki yüzlülüğü, sahtekarlığı mı…?
Öyle günler yaşıyoruz ki, kimin kime acıması gerektiğinin her türlü şaşkınlığının yaşandığı günler olarak... Televizyonlarının başında oturarak her türlü konforun yaşamlarının vazgeçilmezi kılındığı bir ortamda maç seyrediyor, filim izliyor gibi canlı canlı bir vahşetin çaresiz tanıkları kılınmak mı? Yoksa inanmış bir yürekle, cesurca, yiğitçe her türlü bedeli ödemeye hazır bir inançla ve bir o kadar vakur duruşla o bombardıman altında can veriyor olmak mıdır? Acınası bir halde olmak. Sıcacık yuvalarda, en güzel ortamlarda, marka değerleri yüksek en kaliteli(!) gıda ve giyimlerle her türlü ihtiyacın karşılandığı çocuklarımızın başını okşamak mı? Yoksa “etrafı mübarek kılınmış o toprakları savunurken yardan, evlattan, atadan, arkadaştan kopa/rıla/cağını bilerek o toprakları terk etmeyerek cesur yürekler olmak mı? Acınası bir halde olmak. Sekiz-dokuz şiddetinde ki depremlere dayanıklı mekânlarımızda oturuyor, bütün güvenlik testlerinden geçmiş araçlarımızda seyahat ediyor olmak mı? Yoksa sağanak halinde üzerlerine bombalar ölüm olarak yağarken sığınacak güvenli hiçbir mekân ve meskenlerin kalmadığı, kendilerini bir yerden öte bir yere nakledecek araçların bile olmadığı bir ortamda kendilerinin ve küçücük bedenlere sahip yavrularının bu katliama nasıl hedef haline geldiği mi? Acınası bir halde olmak.
Filistin’de, Gazze’de öldürülenlere ölüler demeyiniz… Onlar Rableri ile en güzel ticareti yapıp sonunda çok karlı çıkan asrımızın, çağımızın, zamanımızın önde koşan yiğitleri. O yiğitler, “yenilmez”, “yıkılmaz” duygusunun kendilerinde egemen olduğu uzlaşmacı, maslahatçı, hesapçı kimliksiz korkaklara, onlarında yenilebileceğini, yıkılabileceğini, yenilmez ve yıkılmazın sadece ve sadece Allah Azze ve Celle olduğunu haykıran mücahitleri. Onlar iman etmek suretiyle kulluğu sadece Allah’a has kılmış, sadece O’ndan yardım dileyen, sadece O’na boyun eğen bu sayede izzet ve şeref sahibi kılınmak gibi payelerin en güzeli ile onurlandırılan korkusuz cengâverleri. Bırakın iki devletli son derece mantık dışı bir söylemi ve teklifi kabul etmeyi, 1948’den beri Ortadoğu’nun kalbinde “habis bir ur” gibi yer edinmiş işgalci, terörist, lanetli siyonistlerin varlığını bile kabul etmeyen, bu anlamda uzlaşmaya prim vermeyen, maslahatçı yaklaşımlardan uzak duran ve “emrolundukları gibi dosdoğru olan” cesur yürekleridir.
Gazze’de bir avuç yiğit tarafından başlatılan “Aksa tufanı” son derece cesur, yürekli, onurlu, haysiyetli, izzetli, şerefli bir kıyam, bir direniş, bir başkaldırıdır tüm zalimlere, kâfirlere karşı. Allah’ın izniyle bu mücadele iki asırdır üzerlerine ölü toprağı serpilmiş tüm ümmetin silkinip ayağa kalkmasına vesile olacaktır. Yeniden kimliğini, kişiliğini kazanacağı ve tüm dünyaya bizde varız ve buradayız diyeceği bir duruşun, haykırışın kıvılcımı olacaktır.
Vücudunun büyük bir kısmı işlevsiz bir felçli pozisyonda olmasına rağmen dupduru, dipdiri zihni ile kâfirler güruhunun korkulu rüyası haline gelen ve bu haliyle büyük tehdit oluşturan(!) Şeyh Ahmet Yasin, çok acımasız ve gaddarca bir yöntemle katledilmeden kısa bir süre önce ümmetin sessizliğini, konformistliğini, vurdumduymazlığını, nemelazımcılığını Rabbine şikâyet etmişti. Şikâyet ettiği her şey an be an yaşanmakta ve liderler başta olmak üzere halkı Müslüman olan ülkelerde alabildiğince bir sessizlik varlığını sürdürmekte. Hele hele “HAMAS bir terör örgütüdür” veya “Gazze’ye düzenlenen tüm saldırıların müsebbibi HAMAS’tır” veya daha acınası “Senin ekmeğini bile başkaları veriyor, kendini ne sanıyorsun” gibi söylemlerle yenilmişliği, ezilmişliği, kişiliksizliği bir yaşam tarzı olarak zımnen kabul etmiş zavallıların durduğu yer. Bunlara “içimizde ki beyinsizler” bile diyemiyorum zira bunlar içimizden birileri olmayı bile hak etmeyenlerdir. Bunlar ne Bedir’i anlayabilmiş ne Mûte’yi anlayabilmiş ne Kerbela’yı anlayabilmiş ne de Çanakkale’deki o ruhu idrak edebilmişlerdir.
Az da olsa kalbimizde merhametin kırıntısı, vicdanımızda adaletin a’sı kalmış ise, gecenin karanlığında sessiz sessiz gözyaşları dökerek ve gündüzün aydınlığında vakur ve dik bir duruşla haykırırcasına vahşice katledilen tüm çocuklardan, kadınlardan, erkeklerden, savaşçı yiğitlerden yanlarında olamadığımız ve omuz omuza verip o lanetli terör örgütüne karşı birlikte mücadele veremediğimiz için en azından bir özür dilemeli ve Rabbimizin affına sığınmalıyız. Bırakalım Filistin’li, Gazze’li çocuklara üzülmeyi kendi “Hâl-i Pür-Melâl´imiz”e üzülerek ağlayalım vesselam.