Ekonomi bilimi birçok otorite tarafından sade bir tanım ile tanımlanmaktadır. Buna göre ekonomi; “insanların sınırsız ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla karşılanması” şeklinde tarif edilir. Bu basit denklemin bir şekilde dengede tutulması tarihin ilk dönemlerinden bu yana temel bir problem olmuştur. İlk zamanlarda değiş-tokuş esası ile yürütülen ekonomi sistemi zamanla yerini çeşitli maden ve para birimlerine bırakmıştır. Dünya’da halihazırda ön plana çıkan en büyük değişim metası hiç şüphesiz Amerika’nın para birimi olan Dolar’dır. Küresel ekonominin temel değişim aracı olan Dolar birçok ülkenin başka ülkeler ile gerçekleştirdiği ithalat ve ihracatta değişim aracı olarak kullanılır. Türkiye de yurtdışına sattığı veya aldığı ürünlerin karşılığında dolar ile ticaret yapmaktadır. Tabii ki yerel para birimlerinin bu ticari münasebetlerdeki değeri Dolar üzerindeki alım gücü ile doğrudan ilgili bir süreç haline gelmektedir. Devletlerin kendi ülkelerinde iktisadi hayatı sürdürme adına kendi para birimlerini koruma gibi ciddi bir yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu yükümlüğü yerine getiren iktidarlar içeride ve dışarda ciddi bir prestije sahip olarak uzun yıllar devleti yönetme yetkisini elinde bulundurmuştur. Aksi bir durumda ise iktidarlar siyaset arenasında birer birer kaybolmuştur.
Türkiye özelinde ise ekonomik krizler veya dalgalanmalar, birçok iktidar tarafından dış güçlerin eliyle yapıldığı şeklinde takdim edilmektedir. Teoride doğru olan bu tanımlama aslında pratikte hiçbir dayanak noktası bulamaz. Sağlam bir mali disiplin ve istikrarın bulunduğu yönetim döneminde ekonomi her zaman rayında gitmektedir. Ne zamanki hoyrat ve gelişigüzel bir şekilde kamu kaynakları kullanılmaya başlandıysa ekonomide alarm zilleri çalmaya başlamıştır. Türkiye içinde durum bundan ibarettir. 2001 krizini iliklerine kadar hisseden Türkiye bir çıkış yolu aramış ve o dönem IMF ile çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Hatta bununla bile yetinmeyerek BM’de görev yapan Kemal Derviş’i getirerek ekonominin dümenini teslim etmiştir. O dönemki siyasi belirsizlikler ve koalisyon süreçleri de ekonomiye ciddi bir yük getirerek bir seçim sathı mahalline Türkiye’yi sokmuştur. Sonuç olarak Türkiye’de “adalet ve kalkınma” mottosu ile yola çıkan Ak Parti halkın büyük çoğunluğu ile iktidara gelmiştir. Kemal derviş’in belirlediği ekonomik rota o dönemde Ak Parti’nin kırmızı çizgisi haline gelmiştir. Böylelikle Türkiye’de krizin emareleri yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Tabi boş bir kasa ve içi boşaltılmış kamu ya da özel bankaların varlığı iktidarı hiç tedirgin etmemiştir. Hükümet kendi mülkiyetinde olan birçok kuruluşu birer birer özelleştirme yoluna giderek ciddi bir finansal kaynak oluşturmuştur. AB ile ilişkiler Amerika’nın Ortadoğu’da çizdiği senaryodan pay alma gibi süreçlerde Türkiye’nin batı nezdinde sempatisini çekmiştir. Bu sayede Türkiye uzun yıllar dış mihraklı ekonomik saldırılara karşı mevcut istikrarlı iktisadi yapısını muhafaza etti. Batı ile Türkiye’nin bu flörtü çok uzun sürmedi. Tarihler 14 Mayıs 2013’ü gösterdiğinde dönemin Başbakan yardımcısı Ali Babacan tarafından IMF’e olan borcumuzun son cent’i ödendi. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye yönelik batı tarafından yeni bir konum belirleme süreci başladı. Uzun yıllar adeta sömürge ülkesi gibi bakılan ve borç para verilerek ipleri ya da dizginleri elinde bulunduran batı için IMF’ye olan borcun kapanması kabul edilemez bulundu. İlk iş olarak gelişmekte olan devletlerde uygulanan ve bazı taşeron şirketler ya da vakıflar aracılığıyla toplumun en hassas olduğu bir konuda genel bir isyan hareketi başlatmak için düğmeye basıldı. Bunun içinde Gezi Parkı direnişi bulunmaz bir fırsat oldu. Gezi Parkı eylemleri ile Türkiye’de Dolar yukarı yönlü seyir izlemeye başladı. Akabinde MİT tırları,17-25 Aralık ve nihayetinde 15 Temmuz darbe girişimi ile Dolar hızlı bir tırmanışa geçti. Bu olayların hepsi iç mihraklı görünmesine rağmen arka planında Avrupa birliği ülkeleri, Amerika, İsrail ve bazı düşman komşu ülkelerinin finansal ve lojistik desteği ile gerçekleştirildiği yadsınamaz bir gerçektir. Tüm bunların dışında iç dinamiklerin de etkisi ile ekonomide geriye gidiş yavaş yavaş başlamış oldu.
İlk zamanlarda Türkiye’deki belli bir zümrenin tekel ve kartel oluşturmak suretiyle serbest piyasada insanların temel maddelere ulaşmasını engellediği söylemi ortaya atıldı. Çok fazla sürmeden birkaç yıl sonra ekonomideki kötü gidişatın ana müsebbibi Türkiye’deki faizlerin yüksek olması ile beraber gelir elde edenlerin birer faiz lobisi şeklinde hareket ettikleri belirtildi. Ekonomideki bu kötü gidişatın üzerine başkanlık sisteminin gelmesi ile otoritenin tek elde toplanması da eklenince ferdi kararların ekonomiye olan olumsuz etkisi kat be kat artmış oldu. Para politikalarının başına geçirilen damadın varlığı dış piyasada hanedanlığın Türkiye’de hortladığını şeklinde afişe edildi. Bundan dolayıdır ki Türkiye’deki döviz ve yatırımcı akışı birden bıçak gibi kesildi. Zamanla piyasalarda döviz likiditesi sıkıntısı zuhur etti. Likidite problemi piyasadaki malların %80’e yakınını oluşturan dolar endeksli ürünler de fiyat artışına ve alım gücünün azalmasına yol açtı. Alım gücünün azaldığı pahalılığın arttığı bir ortamda adalet mekanizmasının işlerliğini kaybetmesi ile Türkiye dibi görünmez bir belirsizliğe doğru sürüklenmeye başladı. Amerika ve Türkiye arasındaki casus gerilimi ise Dolar’ın TL karşısında değerini büyük ölçüde arttırdı. Türkiye krizden çıkmak adına maliye bakanını değiştirdi. Sonra birçok defa para politikalarına yön veren merkez bankasının başkanlarını ve yönetim kurulu üyelerini kısa aralıklar la değiştirmesi ile ekonomik kriz daha da arttı. Yap-İşlet-Devret (Zulmet)modeli ile yapılan bir çok yatırımın kamunun kaynaklarını kara bir delik gibi içine çektiğini yakın zamanda Sayıştay’ın raporları ile görmekteyiz. Türkiye ekonomisindeki bu büyük gedik yine halk tarafından vergiler eliyle kat be kat daha fazlası ödenerek kapatılmaya çalışılıyor. Garanti ücretlerin yarattığı bu borç yükü Türkiye’nin üzerine uzun yıllar duracak gibi gözüküyor. Sayıları binleri bulan Dolar milyonerinin mevcut bakiyelerini offshore şirketler eliyle yurt dışına çıkarması ile Türkiye’de Dolar’a bağlı kriz derinleşti. Beşeri refleksler ile gerçekleşen bu krizin bir de ilahi bir boyutu mevcut. Bugün neredeyse iki yılı aşkındır dünyayı kasıp kavuran virüs illetide ekonomideki kötü gidişatı hızlandırmıştır. Buna birde bu yıl yaşanan kuraklığın etkiside eklenmiştir.
Türkiye son 20 yılda ekonomide yaşanan süreçlerin var olan kaynakların yaratmış olduğunu bolluk ile gelen bir refah anlayışının insanımızı yeniden konumlandırması söz konusudur. İnsanlar yaşam standartlarını geriye götüren hiçbir iktidarı ya da yönetim erkini başında tutmamıştır. Tükenmiş bir kamu kaynağının, dış politikada yapılan hamasi çıkışların, ekonomideki yanlış hamlelerin ve son olarak adalet ve insan haklarında yaşanan gayri ahlaki durumların varlığı Türkiye’deki alım gücünü azaltmış ve krizin derinleşmesine kapı aralamıştır. Turgut Özal ile hayata geçirilen liberal (serbest piyasa) ekonomik anlayışın şimdilerde bir tarafa itilerek her gece çıkartılan bir kararname ile piyasalara müdahale edilmesi Türkiye’de devletçi bir ekonomiye geri dönüşü işaret etmektedir. Bu işaretin karşılık bulacağı halihazırda hiçbir kamu kaynağı bulunmamaktadır. 15 sene önce özelleştirilen ve hazineye ciddi gelirler getiren birçok kuruluşun olmadığı bir ortamda piyasalarda devletçi bir tavır almak reel anlamda hiçbir karşılık bulmaz. Hatta bu olayın varlığı Türkiye’deki mevcut krizi daha da derinleştirir. En iyisi piyasayı kendi haline bırakarak devletin asıl uğraş alanlarına hitap eden sorunların üzerine gidilmesi daha isabetli bir karar olur…