Memleketin de dünyanın da hali ortada, her gün yeni bir acıyla sarsılmakta yüreğimiz. Ama kimi şeyler var ki bir de insanlığımızdan utandırmakta bizi. Nuray Mert’in 9 Nisan tarihli Veda Ediyorum başlıklı yazısını, oradaki serzenişlerini okuyunca bu oldu hissiyatım: Yıllar önce, Fazilet Partisi’nin kapatılma kararı üzerine “Utanıyorum” başlıklı bir yazı (Radikal, 26 Haziran 2001) yazmıştım. Bu ülkede “ana muhalefet partisi kapatılırken, başörtülü kadınlar ‘suçlu’ muamelesi görürken, özgürce dolaşmaktan utanıyorum.”
Nuray Mert o günün şartlarında, neredeyse herkesin sustuğu, susturulduğu şartlarda yazmıştı, konuşma ve yazma cesaretini kaybedenlere rağmen ısrarla sürdürülmekte olan bir kötülüğe itiraz etmişti, bu durumun asla makulleştirilemeyeceğini söylemişti. Ama şimdi, yeni bir korku ikliminin şartlarında ve eminim ki korktuğu için değil, başka bir şeyler ima etmek, sözün bittiği bu şartları görünür hale getirmek için susmayı yeğlemekte.
Onun sus(turul)duğu şartlarda ise belli ki utanma sırası bizde. Biz, geride kalanlarda. Bir insanı, duyarlı ve ilkeli bir aydını susmaya mecbur bırakan şartlarda sessiz kalan, bakışlarını kaçıran ya da önüne bakan bizlerde.
Bu durum büyük bir yalnızlık demek, hep bu yalnızlığın, ezberler dışında kalmanın katlanılması gereken bir bedeli olduğunu düşündüm. Ancak, bu yalnızlık artık tehlikeli hale gelmeye, boşunalık duygusu ağır basmaya başladı.
Görülen o ki Türkiye’de bir dönemin daha sonuna gelinmekte. Malum, 2007 e-muhtırasından sonra, Türkiye siyasetinin alışkanlığı haline gelen darbelerin on yıllık periyodu değil belki ama tarzı değişti. Siyasetin kendi olağan yollarıyla bertaraf edemediği krizleri savuşturmak için başvurulan ve bir şekilde siyasete dahil olan askeri darbeler, 2007’den bu yana tarz değiştirerek sivil darbeler haline geldi. Ve sanırım yine, şu sıralarda sürdürülmekte olan olağanüstü hal de, buna benzer bir sürece işaret etmekte.
“Bir zamanlar mazlum olanlar nasıl zalim olabilir?” diye de sormuyorum. Pekâlâ, olabilir, işin ucunda para, mevki gibi çıkarlar varsa olabilir, oluyor. İntikam duygusu varsa olabilir, oluyor. Diğer taraftan, başka kafada olanların, “Aldandınız, sizi kandırdılar, siz onları savundunuz sonuç böyle oldu” laflarına da hiç mi hiç kulak asmam. “Herkes kendi ahlakına uygun olanı yapar” diye düşünürüm, ben de kendi ahlak anlayışıma, inandığım değerlere uygun olanı yaptım, değil pişman olmak, bir saniye bile tersini düşünmedim, düşünmem.
Katlanılamaz olan da bu işte: ister bir cezaevinde, isterse sokağa bile çıkmaya çekindiğin kendi evinde olsun, yalnız kalmak, yalnızlaş(tırıl)ma duygusu. Bunun nasıl da anlamsızlaş(tırıl)dığını görerek, haksızlıklara karşı konuşma arzusunu yitirme duygusu. Bu, bir zamanlar mazlum olanın zalimliğinin hışmına, hıncına muhatap olma, maruz kalma duygusu. Sesini duyurabileceği bir dostun bile kalmadığı duygusu.
Kötücüllük işte bu: insana bir çıkış yolu bırakılmaması ve ihtimallerin tümüne el konulması. Bırakın kötülüğün sıradanlaşmasını, kendisini iyilik diye sunması ve insanın buna rıza gösterme raddesine getirilmesi. Karşı tutumların bile ele geçirilmesi ve sinsice oralara da sirayet edilmesi.
Kendi adıma, soluğu cezaevinde alırsam kedilerime kim bakar diye korkuyorum. “Torun” saydığım, yeğenimin küçük kızından ayrı kalırım diye korkuyorum. Geçirdiğim ölümcül hastalığın izleri, sağlık durumum, yaşım itibarıyla tahammülüm, mecalim bitmek üzere diye korkuyorum. Ülkem adına, bir karanlık tünelde nereye gittiğimiz meçhul hale geldiği için korkuyorum. Gocunulacak yanı yok, insan korkan bir varlıktır.
Korkusunu itiraf etmenin bu kertesi, maalesef memleketin artık başka bir faza geçtiğinin de işareti. Evet, insan korkar ama bir ülkede sevginin ve umudun değil de korkunun ve umutsuzluğun baskınlığı, bu ülkenin hakikaten bir korku tüneline girdiği anlamına gelmekte değil mi? Özgür ruhları susturan bu cendere, kötülükler karşısında konuşması gerekenleri susmaya icbar eden bu şartlar -ki aslında bunlar, bu ârifler, ülkenin asli ihtiyacıdır-, bir ülkenin hakikatle bağlarını yitirdiği anlamına gelmez mi? Bunun üzerinde derinlemesine düşünmek ve tedbirler almak, dahası buna karşı mücadele etmek mecburiyetinde değil miyiz?
Sonuçta bu nedenle ve başıma açılan son davada sonuç ne olursa olsun, hep bir vatandaşlık görevi olarak gördüğüm ülkeme ilişkin siyasi yorum yazısı yazmaya, görüş bildirmeye son verme kararı aldım.
Bir aydının, yazarın artık bunun anlamsızlaştığını görerek yazmama noktasına gelmesi, iç yakıcı olduğu kadar hepimizin sorumlu olduğu ve üzerinde derinlemesine düşünmemiz gereken bir mesele. Oysa bizler düşmanlarımızın bile konuşma özgürlüğünü sağlamak için yola çıkmış bir kuşağız. Şimdilerde ise artık kendisi için bile yazmama, konuşmama kararı almaktan başka bir yolu kalmamış bir aydının feryadı karşısında çaresiz kalmak, oldukça trajik bir durum.
Nuray Mert’in bu kararı cesaretsizliği nedeniyle aldığını elbette ki düşünmüyorum. O, bu ülkede yazmanın en zor olduğu ve üstelik susmanın kendisine hiç de bir şeyler kaybettirmeyeceği şartlarda, hem de en dezavantajlı kesimlerin yanında durarak, dahası onların çoğunun bile korktuğu ve sustuğu şartlarda konuşmuş, onların haklarını savunma cesaretini ve erdemini göstermiş biri. Ama sanırım artık şartlar daha da vahim bir noktaya evrilmiş durumda.
Nuray Mert ise işte bu şartlarda, bir zamanlar konuşarak, yazarak söylediği şeylere, şimdi susma kararı alarak işaret etmekte. Memleketteki şartların nasıl tepetaklak olduğunu ve olağanüstülüğün olağanlaştığı bir duruma evrildiğini; adı konulmamış ve oldukça zayıflamış da olsa bir tür müzakere ikliminin, özgür ve demokratik bir ülkenin olmazsa olmaz koşullarından birisi olan bir uzlaşının geliştirilmek yerine nasıl da baskılanıp tüketildiğini; sözün artık anlamını yitirerek akil insanlara bir ihtiyaç kalmadığını; cari durumun evrildiği bu şartlarda susmanın konuşmaktan daha anlamlı olduğunu söylemekte.
Onun açısından bu tutum, hakkı söyleyememe noktasına gelmeye işaret etmek açısından trajik bir tutum olabilir ama görülen o ki memlekette zor şartlarda doğruları söyleme cesaretini gösteren bir kalem daha eksildi ve bizler artık kendimizi daha da güçsüz, daha da yalnız hissetmekteyiz. Hakikati söyleme cesaretimiz kadar etrafımızdaki dostlar da her geçen gün daha da azalmakta.
Ülkemizin içinde bulunduğu düşmanlık ve gerilim ortamının oluşmasında payı olanlara gelince; ister kişisel çıkarlar, hırslar uğruna, ister intikam duygusu ile ve hatta isterse bir zamanlar iyi niyetle yola çıkmış olsunlar, bu günlerde aklıma hep Ahzab suresinin 72. ayeti geliyor.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etmiştik, onlar yüklenmekten çekindiler insan yüklendi. Şüphesiz insan çok zalim ve cahildir.”
Sadece bu ülkeye değil, dünyamıza, Trump’a, Putin’e, Netenyahu’ya… dünyayı giderek daha bir dehşete ve şiddete sürükleyenlere bakınca insan, evet, gelinen bu nokta itibariyle zalimdir, cahildir ama bu böyle mi olmalı? Allah’ın insanı yaratmadaki muradı bu mu? Zalimlik ve cahilliği aslında onu insanlığından çıkaran yönler değil mi? Ve üstelik ülkemizde, dinî bir duyarlılıkla hareket ettiklerini söyleyenlerin, böylesi bir iddiaya sahip olanların vermesi gereken örneklik bu mu olmalı? İnsan, varlıkların en onurlusu olmalı değil mi? İnsan, zulmün karşısında sessiz kalmak ve hatta ona ortak olmak yerine zulme karşı durmakla yükümlü değil mi?
Kaynak: Farklı Bakış