İnsanlar niçin dua eder? Sıkıntıya düşünce mi Tanrı’ya dua etmeyi aklılarına getirirler?” Bu, sahih Allah inancından yoksun kimseler için doğrudur, insanlar söz gelimi denizde fırtınaya yakalandıklarında “Allah!” derler, karaya çıktıklarında ise unuturlar (!0/Yunus, 21-23). Varlık dünyasına ilahi müdahalenin olmadığına düşünenlere göre ise -ki bunların inanç temelleri ateizme, felsefi düşünceleri pozitivizme dayanır- insanın tabiat kuvvetleri karşısında aciz kalması, olayların sebeplerini izah edememesi durumunda bir üst güce, bilinemez bir varlığa sığınmasıdır. Eğer insanlar, tabiatta geçerli yasaların işleyiş biçimlerini, sebep-sonuç ilişkilerini bilecek olurlarsa dua etme lüzumunu hissetmezlerdi.
İnsan ile Allah arasındaki iletişim kanallarından biri olan dua olayını modern bir paradigmadan “rasyonel ve bilimsel” bir çerçeveye oturtmak mümkün değil. Müslümanlar arasında duaya rasyonel açıklama getirmek isteyenler, bu çabalarını sürdürürlerken farkında olmaksızın 19. yüzyıl pozitivizmini tekrar ediyorlar. İslam imanını ve İslam’ın düşünce mirasını Batıdakine benzer şekilde “rasyonel bir kritiğe” tabi tutmayı önerenlerin varacağı nokta, her akli olanın mutlaka bilimsel olarak açıklanmak zorunda bırakılmasıdır. Buna göre akli olan bilimsel, bilimsel olan aklidir. Ama hepimiz biliyoruz ki, bazı hakikatler aklidir, lakin bilimsel olarak açıklanamazlar. Mesela Hz. İsa’nın bakire Meryem’den babasız olarak doğmasının bilimsel bir izahı yoktur, ama aklidir.
Bir başka pozitivistik bakış açısından -ki bunun Müslümanlar arasında tuhaf bir şekilde savunucularına rastlamak mümkün- dua, insanın karşılaştığı sorunların çözümü için gerekli dünyevi ve maddi tedbirleri almasından ibarettir. Mesela hasta bir insanın duası, doktora gitmesi, muayene olması ve kendisine verilen ilaçları almasından ibaret bir çabadır. Ayrıca Allah hastalığın iyileşmesi için herhangi bir müdahalede bulunmaz.
Peki, gerçekten dua bu mu? Kuşkusuz hayır. Eğer öyle olsaydı, ilacın kendisinde şifa edici kuvvet düşünmemiz gerekecekti, oysa ilaca şifa verici özelliği veren ilacın terkibinde kullanılan malzemelerdir. İlacı meydana getiren her unsur Allah tarafından yaratılmıştır, son derece hassas bir terkibe göre ilacın üretilmesi Allah’ın vaz’ettiği yasaların bilinmesi ve işletilmesiyle mümkün olmaktadır. Tedaviyi salt ilaca nispet etmek, ilaca uluhiyet atfetmekle aynı şeydir. İlaç iyileşmenin olmazsa olmaz vasıtası olsa da, şifayı veren Allah’tır.
İnsan sınırlı, sonlu, bağlı ve bağımlı bir varlık dünyasında yaşıyor. Allah ise her an hayata ve tabiata müdahildir. Hepimiz “O’nun kudret eli” altında yaşadığımıza göre, O’nun her an yardım, lütuf ve ihsanına muhtacız. Allah’ın bizim hayatımıza veya tabiata hangi yol, yöntem, enstrüman veya araçlarla müdahale ettiği bahs-i diğerdir.
Dua, Allah’ın yardımının ve müdahalesinin kul tarafından celbedilmesidir. Çoğu zaman ve eksik bir şekilde salt yalvarma, yakarma ve isteme (niyaz) düzeyinde pasif bir fiil gibi anlaşılsa da, duada bir “celb ve icabet” talebi söz konusudur. Bu öyle bir iletişim ve celb kanalıdır ki, bu kanala başkaca hiçbir şahsın, varlığın veya nesnenin girmesine mahal yoktur. “Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğine” (8/Enfal, 24) ve “insana şah damarından daha yakın olduğuna göre” (50/Kaf, 16) kulun lüzum-u halde Allah’ın yardımının tecelli etmesi için bu kadar yakınında olan bir yardım imkanına başvurmasından daha anlaşılır bir şey olamaz. İnsan bu izafi ve bağımlı dünyada her an ve her durumda Allah’a muhtaç bir halde yaşamaktadır. Bundan dolayı Allah, Kur’an’da “Sizin dualarınız olmasaydı ne işe yarardınız?” (25/Furkan, 77) buyurmaktadır.
Kişisel hayatımızda kabul edilen bir dua hayatımızın akış yönünü değiştirir, bu da ilahi müdahale anlamına gelir. Daha geniş kapsamda ve küresel ölçeklerde ilahi müdahale tarihin akış yönünü değiştirir. Mesela ateş İbrahim aleyhisselamı yaksaydı, su Musa aleyhisselamı ve kavmini boğsaydı, Bedir’de bir avuç Müslüman Mekke müşrikleri tarafından yenilseydi bugünkü tarih bambaşka bir mecrada akmış olacaktı. Demek ki tarihin akış yönü de ilahi kudret eli altındadır, belki külli irade ile bize verilmiş cüz’i iradenin kesiştiği alanlar Allah’ın muradı ile iyi insanların iradesinin örtüştüğü zamanlar ve alanlardır ki, bize göre tarihin amacı budur; kör kuvvetler, ne olduğu bilinmeyen ilerleme mitosu değildir.
Kuşeyri duayı “İnsanın Allah huzuruna utanarak çıkması” şeklinde tarif eder. Demek ki, dua sadece pasif bir durum değil, aktif bir tutum alıştır da. Geniş anlamında namaz dahi bir duadır. Namaz (salat, çoğulu: sılal) insan ile Allah arasında aracısız, vasıtasız iletişim kurmaktır ki, mahiyeti itibariyle namaza uygun düşecek en iyi terim “dua”dır, Şevkani, bütün lügatçılara göre Araplar nezdinde salat kelimesinin dua demek olduğunu söyler, (Şevkanî, Fethu’l kadir, 2. Bsm. Darü’l vefa, 1418-1997, II, 565).
“Onlara dua (salat) et. Doğrusu senin duan (salatek), onlar için ‘bir sükûnet ve huzurdur. (sekenün)’ Allah işitendir, bilendir.” (9/Tevbe, 103)
Öyle de olsa konunun modern zihnin sıkı sıkıya sadakat gösterdiği bir ön kabulle ilişkisi vardır, o da tabiat yasalarının neredeyse mutlak manada hükmünü icra ettiği konusudur. Soru şu: Tabiat yasaları işler halde iken, bunların icaplarına aykırı tutum içinde olan, dua ile yasaların işlevini durdurabilir mi? Başka bir deyişle insan, dua ile yasaları tersine çevirebilir veya geçersiz kılabilir mi?
Soruya “hayır” cevabını verdiğimizde “dua”nın bir manası ve faydası kalmaz; “evet” dediğimizde yasaların işlerliği tehdit altına girer. Tabiatta yasalar işler halde değilse, sadece fiziki hayat değil sosyal hayat da süremez, geleceğe ilişkin hiçbir niyet ve plan yapılamaz.
Her varlık mertebesinin kendine özgü yasaları vardır ve bunlar kendi varlık alanlarında zorunludur. Yasalar işlerken insana zarar/kötülük vermeyi amaçlamazlar, çünkü yasaları vaz’eden varlığın, canlı hayatın ve insanın faydasını gözetmiştir: “Allah alemlere zulüm istemez.” (3/Al-i İmran, 108) Bir yasa kozmik düzen ve ekolojik dengeye fayda temin etmek üzere işlerken insan ona karşı takındığı yanlış tutumdan dolayı zarar görür. Zararın suçlusu tabiat yasası ve Tanrı değil, yanlış yapan insandır.
Varlık alemini ikiye ayıralım. Beş duyu ile algıladığımız Alemü’ş şehade, aklımızla algılayabileceğimiz Alemü’l gayb. Biri mülk alemi, öbürü melekut alemi olsun. Fizik yasalar duyular aleminde geçerlidir ve onlara bir müdahale olmadığı müddetçe genel geçerdirler. Ancak bazen müdahaleye uğrarlar. Ebul’l Hasan el Eş’ari (öl. 324/936) ve sonraları David Hume (öl. 1776), bunların mutlak olmayıp deneyimlerimiz sonucu ve temadi eden alışkanlık eseri böyle olduklarını söylerken, bunların hem kendilerinde mutlak olmadıklarını ve elbette üst alemin müdahalesiyle işlevlerini yerine getirmeyebileceklerini belirtiyorlardı. Hume, bu tespiti Ebu’l Hasan el Eş’ari’den almıştı ve bu Kant’ın kendi ifadesiyle dogmatik uykusundan uyanmasına vesile olmuştu.
Buradan baktığımızda dua, duyular alemine melekut aleminden müdahalenin celbedilmesini
sağlamak üzere Allah’tan yardım ve destek talep etmektir. Yaratıcısı, tekvin ve terbiye edicisi
olan evrende kaos yoktur, bize kaos gibi görünen şey zihnimizin evrene yansıttığımız
kargaşadır.
Bu böyle ise dua, duyular alemine melekut aleminden müdahalenin celbedilmesini sağlamak üzere Allah’tan yardım ve destek talep etmektir. Şimdi bu perspektiften aşağıdaki ayetlere bakalım:
Şimdiye kadar Müslüman ve Hıristiyanların nezdinde kabul görmüş açıklamalar, modern zamanlarda sorulan bir soruya cevap teşkil etmiyor: Sual şu: Tabiatta determinist bir işleyiş var, kozmik ve tabii düzende yasalar hükmünü icra ediyor. Bu durumda “dua ve mucize”nin anlamı nedir?
Hayli zamandır, mucizelere pozitivist izahlar getirildiğini, Kur’an’da “ayet” olarak geçen ibarelerin geleneksel kültürde inanılan mucizelere karşılık olmadığını, hatta mucize denen bir olgunun gerçekleşmediğini öne sürenler var. Bilimsel olanın akli olanla özdeşleştirilmesi sonucu cinlerin latif varlıkları inkâr edildiği gibi mucize de inkâr edilmektedir.
Mesele bizi bir yönüyle Eş’arilerle Meşşailer arasındaki görüş ayrılığına götürmektedir. Yasalar mutlaksa harici müdahaleye kapalıdırlar, bu temel varsayıma göre kozmik düzen ve tabiat yasalarının mutlaklığı karşısında Allah’a dua etmenin anlamı kalmaz, çünkü bu Allah’ın yasalara güç yetiremeyeceği düşüncesini öne çıkarır.
Ne yardan ne serden vazgeçemeyenler sorunu “fiili dua ile kavli dua” ikilemini ortaya atarak çözmeye çalışıyorlar: Yani önce eylem (fiil), sonra dua.
Daha önce bir vesileyle zikrettiğimiz gibi el-Hasen’in, yüce Allah’ın; “Bana dua edin, size icabet edeyim,” (40/Mü’min, 60) sözü hakkında şöyle dediği rivayet edilir: “Amel edin ve müjdeleyin! Çünkü iman edip salih amel işleyenlerin dualarına icabet etmesi ve lütfundan (fadl) onlara daha fazla ihsanda bulunması Allah’ın üzerinde bir haktır.”
Bu hadisten anlıyoruz ki, önce amel (fiil/eylem), sonra dua. Ama bu da fiili, niyazın önüne geçirir, böylece sözle niyazın anlamı kalmaz.
Peki, fiil ile söz birbirine karşıt olmak durumunda mıdırlar? Yani bir ateist yasalara uygun eylemde bulunup beklediği sonucu elde ederken, bir mü’min hiç eylemde bulunmadan aynı sonuca gidebileceğini umduğu için mi dua etmektedir?
Allah’ın cari sünnetinde bir değişiklik vuku bulmadıkça, dua’nın fizik yasaları değiştirme etkisi yoktur; ne olumlu ne olumsuz mahiyette talep Allah’ın sünnetine aykırıdır. Bakire bir kız gece gündüz çocuk talep etsin, evlenmedikçe çocuk sahibi olamaz. Halk arasında bu gerçek gayet veciz ifade edilmiştir: “Kabul olmayacak duaya amin demek!”
Ancak mülk alemindeki yasaların mutlak olmadığını düşündüğümüzde, bu yasanın tarihte bir kereliğine iptal edildiğini söyleyebiliriz, o da bakire Meryem’den İsa Mesih’in babasız doğması olayı. Şu var ki İsa aleyhisselamın babasız doğması da yasasız değildir, sadece mülk alemindeki yasanın melekut alemine ait bir yasa tarafından ihlal edilmesi, tabiattaki cari yasanın yırtılıp (harikülade) yerine üst mertebedeki yasanın geçmesi demektir.
Peygamberlerle ilişkilendirilen mucizevi (harikülâde) olaylar istisna edilecek olursa dua, insanın Allah’tan kendisini kevni (kozmik ve tabii) yasalara, şer’i (ilahi hükümlere) yani mesela bilimsel temele dayalı deprem yönetmeliğine göre hareket etmeye yönlendirmesi (hidayete erdirmesi) için yüce Allah’tan yardım ve destek talep etmesidir. Onu kevni ve şer’i yasalara aykırı hareket ettiren bilgisizlik/cehalet değil, nefsinin tutukları yani daha çok kazanç, hırs, doymazlık, başkalarına zarara mal olan aldırmazlığıdır.
Hz. Peygamber (s.a.)’in şu duası meramımızı tam olarak açıklar: “Allah’ım, beni doğru yola iletmeni ve o yolda başarılı kılmanı niyaz ederim.” (Müslim, Zikr, 78.) O, hayatı boyunca Allah’tan kendisine hakkı hak olarak gösterip ona tâbi olmayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan kaçınmayı diledi. Hak ilahi hükümlere (kevni ve şer’i) yasalara tabi olmaktır ki, bu Kur’an’ın en üstün değer kabul ettiği “takva”dır. Takvası olamayan müteahhitler, yerel ve merkezi yöneticiler, bürokratlar, yapı denetim şirket elemanları, kolan kesenler depremde ölenlerden ve zarar görenlerden sorumludurlar.
Yasaların işleyişini mutlaklaştırdığımızda peygamberler eliyle gösterilen mucizeler de izah edilemez: Mucize istisnai zamanda tabiat yasasının onu Vaz’eden tarafından geçici olarak iptal edilip tarihe müdahale edilmesidir. Mülk aleminde hükmünü icra eden bir yasa melekut alemine ait bir yasanın işlemeye başlamasıyla hükmünü kaybeder; Eş’ari’nin dediği gibi ateş yakmaz olur, İbrahim kurtulur; su boğmaz olur Musa ve kavmi Kızıldeniz’den selametle geçerler.
“Bana dua edin, size icabet edeyim” (40/Mü’min, 60.) Duasız ibadet, ibadetsiz Müslüman olmaz. Lakin Yüce Allah’ın dualarımızı kabul etmesinin şartı “sahih iman ve salih amel”in birleşimi olan takvaya sahip olmaktır. Takva, mahiyetleri ve menşe’leri ilahi olan kozmik/kevni, tabiî/ekolojik ve sosyo ekonomik-politik (şer’î) yasalara uymaktır.
Takvası olmayanın duasına Allah icabet etmez.
Kaynak:: farklı Bakış