Musab Aydın

Tarih: 12.06.2022 16:19

DOĞU VE BATI ARASINDA MUVAHHİD BİR LİDER: ALİYA İZZETBEGOVİÇ

Facebook Twitter Linked-in

“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için, gökyüzünün öğrencisi olmak lazım!”

Liderler kendi toplumları ile birlikte insanlık için birer model ve örnek şahsiyetlerdir. Onların ruhî ve fikrî gelişim sürecini etkileyen birçok faktörü sıralamak mümkündür. Bu süreci belirleyen unsurların başında, yaşanılan coğrafyanın, toplumun ve ailenin yanı sıra yaşam koşulları gelmektedir. 20. yüzyılın önemli liderlerinden biriside hiç şüphesiz “Bilge Kral” Aliya İzzetbegoviç’tir. Aliya, kişiliği ve liderlik özellikleriyle ne batılı ne de doğuludur.  Hamasetten uzak, olabildiğince realist, siyasetin ikiyüzlüsüne mesafeli, hakikat düsturunu asla terk etmeyen, her şart ve durumda adaletten vazgeçmeyen bir lider! Aliya’yı diğer özgürlük savaşçılarından ayıran özellikleri, liderliğinin çok yönlü yansımalarıdır.

Aliya İzzetbegoviç’i anlamak için öncelikle yaşadığı coğrafyayı, Bosna’yı ve tarihini tanımak gerekir. Bosna-Hersek, Osmanlı’nı 1353’te Balkanlar’a başlattığı akınlar sonucunda 1389’da Müslümanların idaresine girmiştir. Bosnalı Müslümanlar, Balkanlarda adalet temelli bir siyaset gözetilmesi ile beş asırdan fazla bir süre Osmanlı’ya bağlı olarak sükûnet içerisinde yaşamıştır. 1878yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilen Bosna-Hersek 1918 yılında Yugoslavya Krallığı’nın bir parçası haline geldi. 1942 yılına kadar iç karışıklıklar ve savaşlardan kurtulamadı. Söz konusu iç savaşta, yüz bin civarında Müslüman Boşnak katledilmişti. Tarihi biraz da Aliya ve ailesi ekseninde izlersek, Belgradlı köklü bir aileye mensup olan büyük dedesi İzzet Beg’in Osmanlı askerlerinin Sırbistan’dan çekilmesiyle, 1861 yılında Bosna’ya göç etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Üsküdar’da askerlik yaparken Sıdıka adında bir Türk hanımla evlenen dedesi Balkanlara, Bosna’nın Samac kasabasına yerleşmişti.

Babası Mustafa Bey ve annesi Hiba hanımın beş çocuğundan biri olan Aliya, doğu ile batının kesiştiği coğrafyada “Bosna’da”1925 yılında dünyaya geldi. Babasının iflası nedeniyle henüz üç yaşındayken ailesi Saraybosna’ya taşındı. O günlerde Yugoslavya’yı oluşturan federe devletlerden biri olan Bosna’da lise öğrenimini tamamlayan Aliya; savaşların, ayrılıkçı ve baskıcı yönetimlerin hâkim olduğu bu topraklarda zihnini inşa etmeyi de ihmal etmedi. Gençlik yıllarına denk düşen 2. Dünya Savaşı bu coğrafyada büyük hasarlar bıraktı. Kargaşanın hâkim olduğu bu süreçte, Saraybosna’da laik, seküler bir eğitim sisteminde öğrenim gördü.Fakat annesi Hiba Hanım, Aliya’nın dinî eğitimi üzerinde titizlikle durmuştu. Öyle ki onu muzaffer bir Müslüman lider olarak gördüğümüz tarihlerde İslâmî mücadele bilincinin kaynağının annesi olduğuna işaret etmişti.

Lise yıllarında bir ara komünist propagandanın etkisinde kalır Aliya. Gençlik heyecanıyla toplumsal hak-haksızlık problemleri ile Allah’a olan inancı arasında zihinsel sorgulamalar yaşar. Bunda biraz da o dönemde okuduğu batı felsefesine ait eserlerin etkisi vardır. Ancak annesi Hiba hanımın verdiği dinî eğitim sayesinde imanını korumayı başarmıştır. Din karşısındaki komünist yaklaşımı kabul etmez ve tanrısız bir kâinat ona her zaman anlamsız gelmiştir. Bu kısa sorgulamanın ardından, dine bakışını şöyle ifade etmişti Aliya: “İslam sadece atalarımdan devraldığım bir din değil, yeni baştan edinilmiş bir inançtı ve ben onu bir daha hiç yitirmedim.”

Lise yıllarında Genç Müslümanlar Hareketine katılan Aliya, kısa zamanda etkin üyelerinden biri oldu. Rutin çalışmaların yanı sıra, Doğu Bosna’dan gelen mültecilere yönelik insani yardım faaliyetlerinde aktif rol aldı. Aliya, 1943 yılında Ziraat Fakültesine başlamıştı. 1945’e gelindiğinde, Tito’nun liderliğindeki Partizan ordusu Saraybosna’yı ilhak ederek Yugoslavya sınırlarına katmıştı. Bu dönemde Aliya Sırplar tarafından askere alınmıştı. Partizanların Müslümanları tutuklamaya başladığı sırada askerliğini bitirmek üzere olan Aliya, daha önceki İslâmî faaliyetlerinden dolayı 1946’da tutuklanıp hapse atıldı. Bu tarihten sonra ülkesi gibi Aliya da otuz beş yıl boyunca Marksist-Leninist görüşleriyle bilinen Tito’nun boyunduruğu altında kaldı. Üç yıl mahkûm kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra Halide Hanım’la evlendi. Yarım kalan üniversite öğrenimini tamamlamaya çalıştı. İlk girdiği Ziraat Fakültesi’ni yarıda bırakıp Hukuk Fakültesi’ne geçti ve 1956’da mezun oldu. Hayatının önemli bir kısmını değişik kurumlarda hukuk danışmanlığı yaparak geçirdi.

Aliya, çokça okuyan ve düşünen bir yaşam sürdürdü. Komünist rejimin baskılarına rağmen farklı alanlarda düzenli okumalar yapan Aliya, düşüncelerini kaleme almayı da ihmal etmedi. Entelektüel kapasitesi ile dikkatleri üzerine çekmişti. Fikirleri, Boşnaklardan çok, Yugoslavya’daki diğer etnik gruplara mensup Müslümanlar üzerinde etkili oldu. Bu süreçte fikir ve eylemleri sebebiyle yönetimin hedefi haline geldi. Özellikle 1970 yılında yayımladığı “İslâm Deklarasyonu” başlıklı metin ülkesinde olduğu gibi uluslararası camiada da büyük yankı uyandırmıştı. Müslümanların sorumluluklarını yeniden hatırlatan bu metin sebebiyle siyasal baskıya maruz kaldı.

Tito’nun ölümünün ardından Yugoslavya’da şartlar daha da ağırlaşmaya başladı.1983’te Aliya, birçok arkadaşıyla yeniden tutuklandı ve on dört yıl hapse mahkûm edildi. Hareketin lideri olmakla suçlanmıştı. 1986-1992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşta on bini aşkın Boşnak hayatını kaybetti. 1987 yılında pişmanlık duyup af dilemesi ve bir daha siyasi faaliyetler içerisinde yer almaması şartıyla özgürlük teklif edilmişti. Ancak Aliya, bunu reddetti. Komünist dünyanın dağılma sürecine girdiği dönemde bazı batılı ve İslâm ülkelerinin baskıları ile 1988 Kasım’ında serbest bırakıldı. Bu tahliyeye etkisi olan siyasî zemin Aliya’yı sorumluluk almaya zorlamış oldu. Ekseriyeti hapishane arkadaşı olan genç Müslümanlar Hareketi’nden dostlarıyla birlikte Mart 1990’da kurduğu Demokratik Eylem Partisi’ni ülkede Müslümanların etkin bulunduğu bölgelerde örgütlemeye başladı.

1990 yılında yapılan demokratik seçimler sonucu Aliya İzzetbegoviç Bosna-Hersek Cumhuriyeti devlet başkanı olarak seçildi. Zaferle çıktığı seçimden sonra en sık muhatap olduğu sorulardan biri; komünistlere karşı, kendisine ve arkadaşlarına yaptıklarından dolayı bir misillemede bulunup bulunulmayacağıydı. Aliya, hiçbir misillemenin olmayacağını söylemiştir. Hatta asker ve yargıda bulanan idarecilerin çoğu onun emrinde görevlerine devam etmiştir. “Bir politikacı olarak onları affettim ancak insan olarak değil” demiştir.

Şubat 1992 yılına gelindiğinde, Aliya ülkesinin bağımsızlığını ilan etti. Birleşmiş Milletler’e(BM) üyeliği kabul edilen Bosna, Amerika ve diğer batılı ülkelerce bağımsız bir devlet olarak tanınmıştı.

Müslüman Boşnakların, tarihiyle bağları koparılmıştı. Önce Faşizm ardından Komünizm ile İslâm’a ait ne varsa silinmeye çalışılmış ve neredeyse başarılı bir sonuç elde edilmişti. Sırp, Hırvat ve Boşnak aynı dine mensupmuşçasına yiyip-içiyor, giyiniyor ve eğleniyorlardı. Ama bu durum Boşnakları katliama uğramaktan kurtaramadı. Özgürlükçü-çağdaş (!) batı, içindeki bu Müslüman topluluğa “her türlü asimilasyona rağmen” tahammül edemedi.  Bosna’nın bağımsızlık ilanından birkaç ay sonra Müslümanlar, Sırpların acımasız saldırılarına maruz kaldılar. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’daki en büyük soykırım bu dönemde Müslüman Boşnaklara uygulandı.

Aliya, üç yıl süren savaşta korunaklı sığınaklara gizlenmedi. Savaş stratejileri geliştirmekle yetinmedi. Askeri birlikleri ziyaret ederek yüreklendirdi. Keskin nişancıların hedefindeki sokaklarda insanlarıyla beraber yürüyerek halkını yalnız bırakmadı. Batının Sırplardan taraf kör ve sağır duruşuna karşın dünya insanlarının vicdanına seslenmeyi sürdürdü. Birleşmiş Milletler’in tüm ihanetlerine, Sırplar silahlandıktan sonra çıkarılan ve Boşnakların silahlanmasını engelleyen ambargosuna rağmen İslâm dünyasından gelen kısıtlı yardımlarla bu acımasız savaşı Bosna’nın lehine çevirmeyi başardı. Böyle bir ortamda 1995 yılında Dayton Antlaşmasıyla savaş sona erdi.

Aliya, önüne konan bu Antlaşmanın adil olmadığını düşünse de halkına “Savaş devam ediyor” demek istemedi. Hudeybiye şuuru ile halkının barış ve esenlik içinde İslâm’ı yaşaması adına bir zemin oluşturulması gerektiğini düşünerek kabul ettiği bu Antlaşmayı şöyle nitelendirmişti: “Bu adil bir barış olmayabilir fakat süren bir savaştan daha iyidir.” Çünkü Aliya; Müslüman bir toplumun, inancını muhafaza ederek yaşaması ve ayakta kalmak adına sağlıklı bir düzen oluşturulması gerektiğini düşünüyordu. Büyük düşünen bir lider olarak yolu hiçbir zaman iktidarı ele geçirmek olmadı, Allah Resul’ünü kendisine örnek alarak insanların gönlünde bir İslâm devleti, huzurlu bir dünya kurmayı hedefledi. Böylece toplumlara İslâm, tepeden inme değil, köklerden yetişen bireylerden ulaşacaktı.

Aliya, İslâm toplumu tamamlanmadan İslâmî bir yönetimi eksik ve güçsüz olacağını düşünüyordu. Bu sebeple tüm gayretiyle barış ortamında bir İslâm Toplumu inşa etmeye yöneldi. Halkının uğradığı acımasız katliamları hiçbir zaman intikam duygusuyla cevaplamadı. Her daim sağduyu içinde durdu ve savunduğu ilkelerden taviz vermedi. “Düşmana benzediğin zaman savaşı kaybedersin” diyen Aliya, “Sırplar bize ne yaptıysa biz de karşılık olarak onu yapmalıyız” diyen askerlerine “Sırplar bizim öğretmenimiz değil.” diyerek cevap verdi.

“İktidar, insanları şımartır.” diyen Bilge Kral Bosna’da da bu durumun yaşanacağını öngördü. Elinden geldiğince bunun önüne geçmeye gayret gösterdi. Çocukları ve akrabalarının hiçbirini bakan, belediye başkanı ya da büyükelçilik gibi önemli konumlara getirmedi. İktidarında “Cebimde tek kuruş yok! Bosna Devlet Başkanlığının Mülkiyetinde iki odalı bir apartman dairesinde yaşıyorum. Hizmetçim veya lüks bir hayatım da yok. Çocuklarımın da mülkiyetleri oturdukları apartman daireleri, mütevazı mobilyaları ve arabalarıyla sınırlıdır. Zaten bunlara Bosna halkının yarısı sahiptir.” diyerek idealinin örnekliğinin kendi hayatından aranmasına zemin oluşturdu.

The New York Times gazetesinde kendisine atılan iftiraların araştırılması için ABD’den bir heyetin bu konuyu araştırmasını talep etti. Böylece iftiraları yalanlamakla yetinmeyerek bağımsız bir zeminden bunun ispatlanmasını ve adı geçen gazetede yayınlanmasını sağladı. Devlet törenlerinde kendisini övmeye yönelik bir girişim olduğunda yüz ifadeleri ve hareketleri ile bunu engelleyerek gerçek bir tevazu örnekliği gösterdi. Hamasete sığınıp, gerçek dışı bir söylemi hiçbir zaman kabul etmedi. Avrupa içerisinde halkının yaşadığı tüm zulümlere rağmen “Acı konuştuğum için beni bağışlayın ama güzel yalanların bize yardımı olmaz. Ama acı gerçekler ilaç olabilir. ‘Batı çöküntü içinde’ komünizmin bir propagandası idi ancak kendisi çöktü. Batı çökmüş değil, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. İnsan hakları yüksek seviyede. Sorumluluk sahibi ve dakik kimseler. Evet, onların ilerlemelerinin karanlık yönlerini biliyorum. İslâm en iyisi! Ama biz en iyisi değiliz!” diyerek insanları her zaman hakikat zemininde tutmaya çalıştı. Mevcut durumu anlayıp geleceği inşâ etme adına adımlar attı.

Hayatında çeşitli zorluklara, baskılara uğrayan ve mücadelesini sonuna kadar sürdüren Bilge Kral, 19 Ekim 2003’de 78 yaşındayken fâni dünyadan bâkî âleme irtihal ederek Rabbi ’ne kavuştu. Aliya geride halkının özgürce yaşayabileceği bir devlet, Müslümanlara Doğu-Batı arasında bir lider örnekliği miras bıraktı. Aliya’nın yargılandığı mahkemede de söylediği, hayatının ve davasının adeta bir özeti niteliğindeki savunmasından bir kesitle bitirmek istiyorum: “Bu itibarla beyan ederim ki: Ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslâm, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı: dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.”


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —