" İnsanlara ya iyi davranınız ya da onları ayaklarınızın altında eziniz. Halkın seni sevmesindense korkup saygı duyması daha iyidir. Onlara gereken sertliği göstermezsen merhametinin mağduru olursun. Amaca ulaşmak için her şey yapılabilir... "
Niccolo Machiavelli
Floransa bugün sadece İtalya’da bir şehir olarak anılıyor olsa da ününü daha çok bir dönem ”İtalya krallığı” na başkentlik yapmaya borçlu.
Belki biraz da Machiavelliye…
Machiavelli’nin ünü, Floransanın önemli devlet adamlarından biri olması ötesinde daha çok “Prens” isimli eserinden kaynaklanıyor.
O, “Prens” te, bir krallığın nasıl kurulacağı, yönetileceği ve yitirileceğini örnekler vererek anlatır.
Güçlü devleti savunur; yani mutlak monarşiyi…
1513’te yazdığı bu eserde başarıya ulaşmak yolunda her şeyin mübah olduğunu savunması meşhurdur ve günümüzde bu siyasi ahlaktan uzak duruş onun adı ile yani “Makyavelizm” ile özdeşleşmiştir.
O, yöneticilere demir yumrukla yönetilen bir iktidar önerir; devletin bekası için radikal müdahale yöntemleri sıralar ve istikrarı en önemli unsur sayar. Yönetici güçlü olmalıdır ve gerektiğinde her türlü etik dışılığı yapabilmelidir. Çünkü devletleri yönetirken halka zulmetmek çoğu zaman kaçınılmazdır.
Tarihteki her güçlü devletin temelinde bu vardır ve güçlü devletler varlığını demir yumruk politikaları ile devam ettirebilir.
Bir kralın, amacını gerçekleştirmesi için kurallara uyması gerekmez.
Bilakis iyi sonuçlar alabilmek için kötü şeyler yapmak çoğu zaman kaçınılmazdır.
Önemli olan amaçtır ve amaca götürecek her şey meşrudur.
Bu anlamda devleti yönetmede en önemli araçsa dindir. Yönetici, devletin selameti için dini her türlü kullanabilir. Çünkü devletin bekası önemlidir ve bu uğurda her türlü haktan vazgeçilebilir, adalet ayaklar altına alınabilir, faşizan tedbirlere başvurulabilir, özgürlükler çiğnenebilir.
Her hal ve şartta zalim de olsa yönetici/ krala itaat elzemdir.
Yöneticiler haksızda olsa isyan etmek, onlara başkaldırmak büyük ceza gerektirecek bir suçtur.
***
Makyavelli den çok önce krallara koşulsuz itaati savunan ve bu anlamda Hristiyan teolojisini şekillendiren en önemli figürlerinden biri de Pavlus’tur.
O, İsa’nın ölümünden kısa bir süre sonra onun Tanrı elçisi olduğuna iman etmiş bir Yahudi’ydi.
“Mesih” inancını temel alan öğretilerini hiç durmadan başta Anadolu, Yunanistan ve Makedonya olmak üzere birçok coğrafyaya misyonerlik gezileri düzenleyerek yaydı; Hristiyanlığı Yahudiliğin ırka dayalı misyonundan kurtardı.
Yönetimlere itaatinin önemini defaten vurguladı ve kralları nasıl yönetirse yönetsin tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak görüp onlara itaatin tanrıya itaat mesabesinde olduğunu öğütledi.
Pavlus;“Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan hiçbir yönetim yoktur. Var olan tüm yönetimler Tanrı tarafından tesis edilmiştir. O yüzden yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur ve yargılanmalıdır.” (Romalılara 13: 1-2)
diyordu.
Böylece Hristiyanlık, Mesih'in Krallığına kadar dünyevi egemenliği imparator ve krallara bırakmış; onlara itaatin farz olduğunu belirtmiş, tanrının yeryüzü egemenliğini laik, seküler iktidarlara devretmiştir.
Buna göre; nasıl yönetirse yönetsin her tür otorite meşrudur ve yönetici kim olursa olsun tanrı tarafından seçilmiştir. Dolayısıyla devlet düzenine itaat tanrıya itaat; isyan ise tanrıya başkaldırıdır.
Bir idareci haksızlık yapabilir özgürlükleri kısıtlayabilir adaleti önemsemeyebilir.
Yapılacak tek şey dua etmektir.
Çünkü her şeyden daha önemlisi devletin güçlü olmasıdır…
***
Aslında Makyevelli bir kötülük abidesi değildi.
Pavlus ta…
Bilakis onlar birer vatanseverdi.
Ve amaçları kötülüğü meşrulaştırmak değil; devletin devamlılığını sağlamaktı.
Devletin istikrara kavuşabilmesi için güçlü bir yönetim olması gerekliliğine inanıyorlardı.
Ve bu amaca matuf yönetenlere koşulsuz itaat edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Aslında bu düşünce asırlar boyu tüm yeryüzüne hâkim oldu.
Toplumlar gelişirken insanoğlu aile, klan, kabile ya da devleti için fedayı öğrendi.
İnsanoğlu hayatı yaşarken bekayı öğrendi.
Ritüellerle de kendini feda etmeyi…
Ve yönetici krallar devleti yönetmede dinin önemli bir aparat olduğunu keşfetti.
Mutlak otorite sağlamak için din üzerinde hâkimiyet kurmak önemliydi ve yapılacak en önemli şey; yönetimlerine teolojik meşruiyet zemini oluşturmaktı.
Bu amaca matuf yapılan şey; yöneticilere yarı tanrı bir görünüm verilerek yapılan her kötülüğün din nezdinde meşrulaştırılması idi.
Temel saik, krala yani yöneticiye itaatin Allaha itaat mesabesinde olduğu tezini yerleştirmekti.
Tanrının göklerde hâkim olduğu, dünyayı ise insana bıraktığı düşüncesini bilinçlere kazımak, otoriter yönetimlere teolojik meşruiyet kazandırmaktı.
Tanrı, kâinatı ve insanı yaratmış, bir düzen oluşturmuş ve akabinde aşkınlığından dolayı köşesine çekilerek dünyaya ait işleri yardımcılarına devretmişti.
Cahiliye dönemi Arap inancı da dâhil olmak üzere birçok inanç sistemi böyleydi.
Müşrik Araplar da aynı Hristiyanlar gibi dünyadan elini eteğini çekmiş bir tanrıya inanıyordu.
Oysa bu hastalıklı ilah inancını Kur’an şiddetle eleştirmekte ve Allah’ın yalnızca yaratan, düzenleyen ve rızık veren değil yöneten, sahip olan, egemen olan, yargılayan, hesaba çeken olduğunu vurgulamaktaydı.
İslam peygamberi, her türlü otorite ve egemenliğin Allah’a ait olduğunu tebliğ etmekteydi.
Allah’ın öngördüğü ilkeleri ve sınırları dikkate almayan her toplum ona karşı çıkmaktadır diyordu Muhammed nebi…
O, Mekke aristokrasisinin kendisine yapmış olduğu tüm faydacı teklifleri reddetti.
Hayatta asıl belirleyici şeyin fayda değil, Allah’ın razı olması olduğunu hep anlattı durdu.
Kureyş ileri gelenleri, İslam’ın her geçen gün güçlenmesi karşısında Ebu Talib’e gelip Hz. Peygamber’den yakınmışlardı.
Ebu Talib onların tehditlerini ilettiğinde nebi: “Allah’a yemin ederim, vazifemi terk etmem birinizin şu güneşten bir parça ateş getirmesinden daha zordur.” (Buhari) buyurmuştu.
Çünkü o, meseleleri hiçbir zaman “Machiavelli” ya da “Pavlus gibi” fayda ve zarar ekseninde değerlendirmedi.
Kendisine yapılan tüm faydacı teklifleri reddedip, o meşhur: “…bir elime güneşi diğer elime ayı verseniz yine de davamdan vazgeçmem…” sözünü söylemişti.
Ve sonucunda zahmet te olsa sıkıntı da olsa sadece O’nun hükümlerini öncelemeyi bizlere miras bıraktı...
Onun bıraktığı Kitapta yüce Allah şöyle emrediyordu:
“Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Böylece Allah size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle görendir…” (Nisa, 58)
“…Allah için doğru dürüst şahitlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şahitlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir…” (Nisa, 135)
“…Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin! Adaletli olun; takvaya en uygunu, en yakışanı budur…” (Maide, 8)
“…Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız. Konuştuğunuz zaman, en yakınlarınızın aleyhinde bile olsa adâleti gözetip doğruyu söyleyin…” (Enam, 152)
Bu mirasa ne kadar sahip çıkabildiğimizi faydacılık, dünyacılık ve haz tapıcılığı üçgeninden ne kadar uzak durabildiğimizi gelecek nesiller değerlendirecek şüphesiz…
Ne kadar adaleti ayakta tutmaya çalışan adamlar olduğumuzu da…
“İnsan ağaca benzer. Ne kadar yükseğe çıkmak isterse, o kadar kök salar yere…
Aşağılara, karanlığa, derinlere, kötülüğe…” (Friedrich Nietzsche)
Selam ve dua ile…