Dîn- ahlâk ilişkisi sadedinde şunları söylemek mümkündür: Ahlâkın "erdem" dediği şeye din "takva" demiş, ahlâkın "ikrâm" dediği şeye dîn "ihsan" demiş, ahlâkın "fazilet" dediği şeye ise din "efdal" demiştir. Ancak şunu da ifade etmekte yarar vardır: Ahlâkın fazilet ve erdem dediği şey bilginin konusudur. Fakat dinin takva dediği şey mutlak surette bilgi konusu değildir. Zira takva çoğu zaman teslimiyetten ibarettir. Din üzerinden bize sunulan takvada illa da pozitif bir dayanak aramak yanlış bir sonuca götürebilir.
Örneğin; “en güçlü insan kimdir” diye bir soru ile muhatap olduğumuzda çoğumuzun vereceği cevap pozitif bilgiye dayanır. Hâlbuki böyle bir soruya peygamber efendimizin verdiği cevap pozitif aklın ötesinde aşkın bir bilgiye dayanmaktadır. Enes b. Malik rivayet ediyor: Allah Resûlü (sav) buyurmuştur: “En güçlünüzün kim olduğunu size haber vereyim mi? Öfkelendiğinde öfkesine hâkim olabilendir.”[1]
Fahreddin Râzî, bütün saadetin iki şeye bağlı olduğunu söyler. “Allah’ın emrine karşı saygılı, yaratılana karşı merhametli ve şefkatli olmaktır.” Allah’ın emrinin mukaddem olması gerektiğini de ifade eden Razî, bu tespitlerini şu ayetin ışığında yapmaktadır:
“Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tespih ederler, O'na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azabından koru.”[2]
Fahereddin Razî söz konusu tespitini, Allah’a hamd etmenin, onu tesbih etmenin, ona iman etmenin; müminler için istiğfar dilemekten önce zikredilmesiyle gerekçelendirmiştir. Sözün özü; kendi nefsin için istiğfar dilemen din, kardeşin için dilemen erdemdir, ahlaktır. Kendisini ıslah edemeyen bir kişinin başkası için ıslah mücadelesi vermesi anlamsızdır.
Burada önemli olan husus, neyin erdem, neyin de takva olduğunu bilmektir. Bu bilgiyi ise ilâhî öğretilerden ve nebevî talimatlardan öğreniyoruz. Onun için diyoruz ki; bütün peygamberlerin gönderiliş amacı ahlakî değerlere bağlı tevhidî bir toplum inşâ etmektir.
Aslında dînin ahlâk ile olan ilişkisini İslâm-selâm, imân-eman ve tevhîd-vahdet ilişkisinde bulmak mümkündür.
Zira el-İslâm; es-Selâm olanın dînidir. Buna göre; es-Selâm’ı tanımayanlar el-İslâm’ı bilemez, el-İslâm’ı bilmeyenler es-Selâm’ı tanıyamazlar. El-İmân ise el-Mu’min olanın tecellisidir. Birini tanımayan diğerini de tanıyamaz ve anlayamaz. Tevhidi bilemeyenler vahdeti sağlayamazlar.
Dîn ahlâk ilişkisinin büyüklüğünden ve öneminden dolayı Allah Resûlü (sav) veda haccında insanlık ve kardeşlik dersi sadedinde şu ifadelere yer vermiştir:
“Size Mümin’in kim olduğundan haber vereyim mi? Mü’min; İnsanların, hem kendi malları hakkında hem de canları (ve ırzları) hakkında kendisine güvendikleri emin kimsedir. Müslüman ise; İnsanların, kendisinin dilinden ve elinden zarar görmediği kişidir. (Allah yolunda mücadele veren) Mücahid; Allah’a itaat etmesi hususunda nefsine boyun eğdirmek için cihad edendir. Muhacir’e gelince; muhacir, hata ve günahları terk eden ve sakınandır.”
Söz konusu rivayette Müminin kim olduğu ile alakalı olarak ‘Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere ve ahirete inanan’ kimsedir dememekte; ‘İnsanların, hem kendi malları hakkında hem de canları (ve ırzları) hakkında kendisine güvendikleri emin kimsedir’ buyurmaktadır. Müslüman’ın kim olduğu ile alakalı olarak da ‘Kelime-i şahadet getiren, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren ve hacca giden kimsedir’ dememekte; ‘insanların, kendisinin dilinden ve elinden zarar görmediği kişidir’ buyurmaktadır. Mücahid ile alakalı olarak ise ‘savaşan, tebliğ, davet ve irşad eden’ dememekte; ‘Allah’a itaat etmesi hususunda nefsine boyun eğdirmek için cihad edendir’ buyurmaktadır. Muhacir ile alakalı olarak da ‘bir ülkeden başka bir ülkeye hicret eden kimsedir’ dememekte; ‘Hata ve günahları terk eden ve sakınandır’ buyurarak işin ahlakî boyutuna dikkat çekmektedir.
Kur’an’ı Kerim’de iki sûre-i celile; “Veyl olsun” kelimesiyle başlar. Biri Hümeze sûresidir, konusu ahlaktır, insanların canı ve ırzıdır. Diğeri Mütaffifîn sûresidir, konusu yine ahlaktır, insanların malıdır.
Her iki surenin verdiği ortak mesaj şudur: İnsanların, hem malları hem de canları hakkında kendisine güvenmedikleri kimseye veyl olsun. İnsanların, hem dilinden hem de elinden zarar gördükleri kişiye veyl olsun.
Müminin bal arısı gibi olduğunu[3], elinden ve dilinden insanların güvende olduğunu[4], güzel koku satan bir attar gibi olduğunu[5] ifade eden Allah Resûlü (sav) hayırlı ve iyi olmayı da eminliğe ve hayırhahlığa bağlamıştır.[6]
Adamın biri, arkadaşı uyurken, onun ok torbasından bir ok aldığı sırada arkadaşı uyanınca korktu. Bunu gören Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:
“Müslüman’ı (herhangi bir şekilde) ürkütmek helâl değildir.”[7] “Müslüman’ı korkutmak câiz değildir.”[8]
Şu rivayette de “İmân ile emanet” arasında, “dîn ile söz” arasında doğrudan bir ilişki kurulmaktadır:
“Emaneti (güvenilirliği) olmayanın imanı, sözü olmayanın dîni olmaz.” Anlaşıldı ki “Ahlaksız insanın dini de yoktur, imanı da yoktur.”
“Dîn-ahlâk” ilişkisi çerçevesinde Peygamber efendimizin (sav) Veda Haccı’nda sarf ettiği ifadelerin en güzel açıklaması ise şu rivayette ifade edilmektedir:
“Ebu Hüreyre rivâyet ediyor: Adamın biri 'Ey Allah’ın Resulü! Falanca kadın çok namaz kılıyor, çok oruç tutuyor ve çok sadaka veriyor. Ancak komşularına dili (ve davranışları) ile eziyet ediyor' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav): “O, ateştedir” buyurdu. (Oradakiler) dediler ki: 'Ey Allah’ın Resulü! Söylenildiğine göre falanca kadın da namaz, oruç ve sadaka gibi ibadetlerde çok iyi değildir. Şu var ki bu kadın komşularına iyi davranır, eziyet ve hakaret etmez.' Bunun üzerine Allah Resulü (sav): “O, cennettedir” buyurdu.
Söz konusu başkalarına eziyet eden abide kadının durumu, evini ısıtmak için sobayı yakan ancak evinin kapı ve pencerelerini açan birisine benzemektedir.
Ebu Şureyh rivâyet ediyor: “Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Vallahi İman etmemiştir, Vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir’ bunun üzerine ‘kim iman etmemiştir ey Allah’ın Resulü’ denilince buyurdu ki: “Komşusu şerrinden emin olmayan kişi.”[9]
Muflis Hadisi Işığında Dîn - Ahlâk İlişkisi
Allah Resûlü (sav) günün birinde arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Onlara:
“Söyleyin bakalım, müflis kimdir?” diye sordu. Allah resulü (sav) bir meseleye dikkat çekmek istediğinde bu üslubu kullanırdı. Onlar da:
“Bizim bildiğimiz, parası pulu olmayana müflis denir” dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav):
“Benim ümmetimin müflisi şudur: Allah'ın huzuruna kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekât ile gelir. Fakat şu var ki kimine sövüp hakaret etmiş, kimine iftira atmış, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş, kiminin canını yakmıştır…”[10]
Hadis-i şerifte din ve ahlâk arasındaki bağın ne kadar önemli olduğu dile getirilmiştir. Din güneş olarak tecelli eder ahlak ise ışık olarak. Biri diğerinden soyutlanamaz.
Kur’an’ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“De ki: ameller bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber verelim mi? Onlar, iyi iş yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatındaki (bütün) çabaları kaybolup giden kimselerdir.”[11]
Ğaşiye suresinde de ifade edildiği gibi “Çalışmışlar(fakat boşa) yorulmuşlardır”[12]
Şeriatın Bütün Amacı Güzel Ahlakı Tamamlamaktır
“Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
“Ben eğitimci olarak gönderildim.”
“Yüce Allah beni zorlaştırmam için göndermedi. Beni kolaylaştıran bir öğretmen olarak gönderdi.”
“Ben lanetçi olarak değil rahmet olarak gönderildim.” Şeklindeki rivayetler “güzel ahlakı” dinin amacı göstermektedir. Aynı amacı aşağıda verilen âyet-i kerimede de görmek mümkündür:
“Andolsun, Allah, Mü'minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”[13]
Söz konusu ayet-i kerime “ta’lim, terbiye, tezkiye ve hikmeti” bi’setin amacı olarak anlatmaktadır.
Ebu Süfyan İle Herakliyus Buluşması
Herakliyus Ebu Süfyan’a dedi ki:
“Peki, O, (Muhammed) size ne emrediyor?” Ebu Süfyan:
“Sadece Allah’a ibadet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı, atalarımızın söylediklerini terk etmeyi emrediyor. Ayrıca Namaz kılmayı, doğru, dürüst, namuslu, iffetli olmayı, kimsesiz ve fakirlere sadaka vermeyi, akrabayı ziyaret edip ilgilenmeyi, haram olan şeylerden uzak durmayı, söze vefa göstermeyi, emaneti sahibine vermeyi de emrediyor” şeklinde cevap verince Herakliyus:
“Eğer o zat hakkında bu söylediklerinin hepsi doğruysa şüphesiz o bir peygamberdir.”[14]
Söz konusu buluşmada Herakliyus’un semavî kitapların tecrübelerinden yola çıkarak “Eğer o zat hakkında bu söylediklerinin hepsi doğruysa şüphesiz o bir peygamberdir” demesi, ‘ibadet ve istikamet veya din ve ahlâk’ şeklinde formüle edebileceğimiz önemli bir husustur.
Kur’an’da İbadetlerin Ahlâk İle İlişkilendirilmesi
Başta şunu belirtmekte yarar vardır: “Kur’an’ı kerimde yer alan hiçbir ceza hükmü yoktur ki öncesinde veya sonrasında ahlâkî bir davranış vurgusu yapılmamış olsun.”
Zaten Kur’an’ın önerdiği hukukun amacı hidayeti ve adaleti sağlamaktır. Kur’an “hidayet, adalet ve hukuk” ilişkisini anlatarak bu amacın gerçekleştirilmesi gerektiğine işaret eder.
“Yarattıklarımızdan, hak ile hidayete erdiren ve yine hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.”[15]
Ayet-i kerimede hukukun iki amacından aynı zamanda iki neticesinden söz etmektedir. Birincisi hidayet, ikincisi ise adalettir. Zira hak ve hukuk ile hidayete getirirler ve yine hak ve hukuk ile adaleti sağlarlar demektedir.
Namaz ve ahlâk ilişkisi:
“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.”[16]
Şöyle bir rivayet vardır: “Namazı kendisini fahşadan ve kötülük yapmaktan alıkoymayan kişi namaz kılmamıştır, namazı olmamıştır.”
Namaz ve toplumsal ilişki:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, kıldıkları namazlarından gafildirler.”[17]
“Sizi cehenneme sürükleyen nedir? Onlar şöyle derler: Biz o namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.”[18]
Ayet-i kerimelerde kısaca “Bireysel ibadetler ile toplumsal davranışlar arasında ciddi bir bağ kuruluyor. Aslında yaşanan namaz ile kılınan namaz arasında ilişki kuruluyor.”
Allah Resulü (s.a.v.) namazda dahi insan haklarını düşünmüş ve koruma altına almıştır. Hz. Enes rivayet ediyor:
“Peygamberin (s.a.v) arkasında kıldığım namazdan daha hafif ve noksansız namazı, hiçbir zaman kimsenin arkasında kılmadım. Muhakkak O, bir çocuğun ağlayışını işitirdi de namazda bulunan anası üzülmesin diye namazı kısa keserdi.”
Başka bir rivayet ise şöyledir:
“Muhakkak ben uzun kılmak niyetiyle namaza başlardım da, bir çocuğun ağladığını işitince annesine güç gelmesin diye namazı kısa keserdim.”[19]
Allah Resûlü (s.a.v) bu ve benzeri olaylarda hem anaya hem de yavrusuna merhamet etmiş ve değer vermiştir. Aynı zamanda niçin namaz kıldığımızı bize öğretici önemli mesajlar vermiştir. Namazı kısa kesip, namazda geçireceği vakti insana feda etmiştir. Namazını uzatacaktır ancak namazın uzatılmasından çok daha önemli bir hadise olduğu için namazını kısa kesmiştir.
Ebu Mes’ud(Ukbe b. Amr) rivayet ediyor:
“Adamın biri ‘Ey Allah’ın Resulü, filanın namazı uzatması yüzünden sabah namazına gidemiyorum.’ dedi de o günkü nasihatinde Peygamber (s.a.v.)’i öfkeli gördüğüm kadar hiçbir gün görmedim. Sonra Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz aranızda namazdan nefret ettirenler vardır. Sizden herhangi birisi, insanlara namaz kıldırırsa erkânı yerine getirsin, fakat uzatmasın. Çünkü aralarında zayıfı, yaşlısı ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır. Kendisi (yalnız) kıldığı zaman istediği kadar uzatsın’”[20]
Hz. Ukbe (r.a.) rivayet ediyor:
“Peygamber(s.a.v.) ile birlikte ikindi namazını kıldım da, selam verince, hızlı hızlı kalkıp zevcelerinden birinin yanına gitti ve bir müddet sonra çıktı geldi. Bu acele hareket karşısında halkın yüzündeki şaşkınlığı görünce: ‘Namazda iken evde bir parça külçe altın bulunduğunu hatırladım da, yanımızda gecelemesini arzu etmediğim için fukaraya dağıtılmasını emrettim.’ buyurdu.”[21]
Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ben, namazda iken ordumu hazırlardım.”[22]
Görüldüğü gibi İslam fikriyatında toplumsal hizmet, namaz gibi ibadet kabul edilmiştir. Zaten görülen o ki namaz ile toplumsal hizmet iç içedir.
İmam Buhari, Müslim, Nesai ve Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Dul bir kadının veya bir miskinin ihtiyaçlarını gidermeye gayret eden bir kimse, tıpkı Allah yolunda cihad eden veya gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçiren kimse gibidir.”
Şimdi konumuzla alakalı farklı bir konuya temas edelim: “ortanca namaz”… Yüce Allah Bakara Suresi 238. Ayet-i Celilesi’nde şöyle buyuruyor: “Namazlarınızı, özellikle de ortanca namazınızı muhafaza edin ve gönülden Allah için kıyam edin.” Ayet-i Celile’de “orta”,“ortanca” anlamlarına gelen “vusta” kelimesi, evsat kelimesinin müennesidir. “Fu’la, Kübra” kavramları gibi ismi tafdildir. Yani tam karşılığı, “en orta” demektir. Öyleyse âyet-i kerimede bizden istenen şey, en iyi, en bilinçli, en şuurlu, en faydalı ve en faziletli olan namazı kılmamızdır. Bütün namazlarınızı bu ruhla eda etmemizdir. Ayet bize, “Namazlarınızı yaşayın, sizi yaşatan, iri ve diri tutan, münker ve fahşadan uzaklaştıran bir namaz kılın” demektedir. Kısaca “ortanca namaz”, yaşanan namazdır. Sosyal hayatta karşılığı olan namazdır. Yüzü insana bakan namazdır. Zaten Ayet-i Celile’nin “kânitîn” ile bitmesi de buna ışık tutmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir)
Cuma gününde gusül abdesti alınması gerekliliğinin de hikmeti aynıdır. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
“Sizden biriniz cumaya geldiği vakit, gusül abdesti alsın.”[23]
Bu sünnet, hem guslü alan kişiye hem de yanına gideceği kişilere verilen değer açısından çok önemlidir. Ta ki ter ve kir insanları rahatsız etmesin. Yani bu uygulamanın konusu da insandır. Bu uygulamanın verdiği mesaj şudur: “Ey insan! Senin, namazda iken dahi kimseyi rahatsız etmeye hakkın yoktur”. Bu mesele de İslam fikriyatında insana verilen değeri ortaya koymaktadır.
Yine aynı hikmete mebni bir Nebevî uygulama da soğan, sarımsak yiyen kimselerin mescide gitmekten men edilmesidir. Hz. Cabir (r.a.) rivayet ediyor:
“Soğan, sarımsak ve pırasa yemiş olan kimse, asla mescidimize yaklaşmasın; zira insanoğlunun rahatsız olduğu şeyden melekler de rahatsız olurlar.”
Bir başka rivayette ise:
“Şu bakladan yemiş olan kimse, kokusu kayboluncaya kadar mescitlerimize asla yaklaşmasın” buyrulmaktadır.[24]
Burada da asıl meselenin insana verilen değer olduğu aşikârdır.“Camiye, mescide gelme!” deniliyor, daha ne denilsin? Hülasa alınan abdestten, yapılan gusle, yapılan infaktan kılınan namaza kadar tüm ibadetlerde insan sağlığının, insan hak ve hukukunun mutlaka bir payı vardır.
Hz. Ali (ra) bildirdiğine göre, Allah Resulü (sav) ölüm döşeğinde şu önemli vasiyetini yapmıştır: “Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.”[25] Hadisi şerifte namaz ile şefkat arasında ciddi bir bağ kurulmuştur. Sanki "yaşanan namazı (ahlak, erdem, insanlık) korumazsanız kılınan namazın size bir faydası olmaz" deniliyor.
Oruç ve Ahlâk İlişkisi:
Bakara suresi’nin 183. ayet-i kerimesinde oruç farziyetinin gerekçesi “fenalıklardan korunasınız, takvaya eresiniz diye oruç size farz kılındı”[26] şeklinde takva ile izah edilmektedir. Söz konusu âyet-i kerimede takva gerekçesi ise eylem/fiil formu ile gelmiştir. Bu durum gösteriyor ki: Oruç, hareket ve eylem yapabilmenin, sıhhatli bir şekilde, yorulmadan mesafe alıp hedefe ulaşabilmenin bir sebebidir.
Bakara 184. âyetinde ise “Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır”[27] buyrularak oruç ibadetinin amacı biraz daha izah edilmiştir.
“Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi terk etmezse Allah’ın onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur.”[28] Nice oruç tutanlar vardır ki oruçlarından kendilerine sadece açlık ve susuzluk kalmıştır.
Hz. Enes anlatıyor:
“Bir yolculukta Allah Resûlü (s.a.v) ile beraberdik. Kimimiz oruçlu, kimimiz de oruçlu değildi. Sıcak bir günde bir yerde konakladık. Elbisesi fazla olan kişi, bize göre daha çok (güneşten) gölgelenip korunuyordu. Kimimiz ise eliyle güneşin sıcağından korunmaya çalışıyordu. Oruçlular (daha fazla dayanamayıp) yıkıldılar. Fakat oruçlu olmayanlar, kalkıp çadır kurdular ve yolculara su taşıyıp hizmet ettiler. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdular: ‘Oruçlu olmayanlar bugün mükâfatın tümünü alıp götürdüler.”
Allah Resulünün (s.a.v.) bu ifadeleri İslam fikriyatında çok önemli bir yere sahiptir. Hâşâ Resulullah’ın (s.a.v.) bu ifadelerle kastettiği şey oruç gibi bir ibadeti küçümsemek değildir. O (s.a.v) bu ifadesiyle, faydası insanın kendisine ve insanlığa yansımayan bir ibadetin, ruhu çıkmış bir ceset gibi olduğu, mesajını veriyor. İbadette asıl meselenin ne olduğunu bize öğretiyor. Hadisimizi iyice mütalaa ettiğimizde “Oruç tutanlar değil, insanlığa hizmet edenler bütün mükâfatı götürmüştür” diye bir gerçeği görmüş oluruz.
Zekât ve Ahlâk İlişkisi:
“Muhakkak cömert bir cahil, Allah’a, cimri bir abidden daha sevimlidir.”[29]
Allah Resûlü (sav) buyuruyor:
“Allah (cc) Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, yedi kişiyi gölgesinde gölgelendirecektir: 1-Adaletle hükmeden devlet başkanı. 2-Allah’a ibadetle yetişen genç. 3- Gönlü mescitlere bağlı olan kişi. 4-Allah için birbirlerini seven, onun için bir araya gelen ve yine onun için birbirlerinden ayrılan iki kişi. 5- Güzel ve makam sahibi bir kadın kendisini davet ettiğinde “Ben Allah’tan korkarım” deyip ret cevabını veren kişi. 6- Sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol elin bilmeyeceği kadar gizli tutan kişi. 7-Tenhada Allah’ı zikredip de gözleri yaş dolan kişi.”[30]
Söz konusu rivayette “Sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol elin bilmeyeceği kadar gizli tutan kişi” bölümü hem sadaka vermeyi hem de verirken fakirin onurunu zedelememeyi ifade eder. Sadaka ve zekât vermek dindir, muhtacın onurunu zedelemeden verme hassasiyetini gözetmek ise bu dinin ahlakıdır.
Allah Resûlü (sav) buyuruyor ki:
“İhtiyaçlarını duyuramayanların ihtiyaçlarını duyurun, kim, bunu yapamayana yardım ederse Allah kıyamet gününde onun ayaklarını sabit kılar”[31]
Vahyin başlangıcında Hz. Hatice’nin anlamlı bir ifadesi olmuştu o da şudur: “Hayır! Vallahi Allah (cc) seni asla utandırmayacaktır. Çünkü sen akrabayı ziyaret eder, zayıfları destekler, yoksula kazandırır, misafire hizmet eder, hakkın musibetleri karşısında insanlara yardım edersin.”
Sadaka ve Davranış İlişkisi:
“(Müslüman) kardeşine tebessüm etmen senin için sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman senin için sadakadır. Yolunu kaybeden birisine yol göstermen senin için sadakadır. Yoldan (taş, diken, kemik, balgam ve benzeri) insanlara eziyet veren şeyleri kaldırıp temizlemen senin için sadakadır.”[32]
“Farzları yerine getirmenin dışında Allah katında amellerin en sevimlisi Müslüman’ın kalbine mutluluk doldurup sevindirmektir.”[33]
İmâm Malik’a (ra) sormuşlar:
“En çok hangi ameli seviyorsun?” Şöyle cevap vermiş:
“Müslümanları sevindirmek. Ben Müslümanların sıkıntılarını gidermek ve yardımcıları olmak üzere nefsimi adadım.”
Hacc ve Ahlâk İlişkisi:
“(Hacca) Gelsinler ki kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar…”[34]
Hacc menasiklerinin her biri bize ahlak dersi vermektedir. Her zerresinde insanlık dersi verilmektedir. Safa ile Merve arasındaki Sa’ydan tutalım Arafat’ta vakfe etmeye kadar bir vicdan hareketlenmesi dersi anlatılır aslında.
Kurban ve Ahlâk İlişkisi:
Kurban ibadeti, bize bölüşmeyi, paylaşmayı, kaynaşmayı, anlaşmayı ve insanlığa adanmayı öğretir. Bu büyük ibadeti yerine getiren Hindistanlı Müslüman kardeşlerimiz, Hindularla beraber yaşadıkları bölgelerde onların kutsalı olan ineği kesmemeye dahi dikkat ederler. Bu ahlak ancak bu ümmette mevcuttur.
Abdulhamid el-Ferâhî diyor ki: “Yüce Allah, son peygamberini niçin Araplardan seçmiştir?” dedim, merak ettim ve sosyolojik, psikolojik ve antropolojik açıdan Arapların o günkü durumunu araştırdım.
O günün şartlarında Araplarda iki hasletin olduğunu gördüm: Birincisi; sıdk, ikincisi ise; keremdir.” Bu iki hasletin zirvesi eminlik idi, o da Allah’ın elçi olarak seçtiği Hz. Muhammed’de vardı. Abdulhamid el-Ferâhî sözlerine şöyle devam eder: “Sonra İslâm fıkhını araştırdım onda da iki temel konu gördüm: Birincisi; İbadetler, ikincisi ise muamelatlar… İbadetlerin sıdka, muamelatın ise kereme tekabül ettiğini anladım ve meseleyi kavradım.”
Abdulbaki ÇAĞATAY// Van- Erciş Konferansı// 25-11-2019
[1] Cami’u’s-Sağir, 2874.
[2] Mu’min: 7.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 199.
[4] Buharî, İman, 4.
[5] Taberanî, el-Mucemu’l-Kebîr, 12, 319.
[6] Tirmizî, Fiten, 76.
[7] Taberanî.
[8] Ebu Davud.
[9] Buharî
[10] Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyamet, 2.
[11] Kehf: 103, 104.
[12] Ğaşiye: 3.
[13] Ali İmran: 164.
[14] Müslim, 1395.
[15] A’raf: 181.
[16] Ankebût: 45.
[17] Maun: 4-5.
[18] Müddessir: 42-45.
[19] Nesai, Buhari, Muslim, Ebu Davud, Tirmizi.
[20] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai.
[21] Buhari.
[22] Buhari.
[23] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai.
[24] Buharî, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai.
[25] İbni Mace, vesaya, 22; Ebu Davut, Edep, 124.
[26] Bakara:183.
[27] Bakara:184.
[28] Buharî, Savm, 8, 1903.
[29] Tirmizî, 40/1961.
[30] Buharî, Ezân, H.No: 660, Müslim H. No; 103.
[31] Taberanî.
[32] Tirmizî, Birr, 36.
[33] Taberanî.
[34] Hacc: 28.