Tarihsel süreç dikkate alındığında devletin düşünce adamlarına karşı kuşkulu bakışı dikkat çekiyor. Özellikle Cumhuriyet modernleşmesi sonrasında çok sayıda yazar ve düşünür devlet tarafından cezalandırılmıştır. Bunlar arasında ilk akla gelenler Hüseyin Avni Ulaş, Mehmet Akif Ersoy, Nihal Atsız, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Said Nursi, Sabahattin Ali, Necip Fazıl gibi isimlerdir.
Bu noktada asıl sorun devletin demokratik ve özgürlükçü olmayan, farklı düşünceleri tehdit olarak algılayan güvenlik anlayışıdır. Ancak bu noktada ilginç bir tavır ortaya çıkıyor. Devletin bir kesimi cezalandırdığında, diğer kesim devletin tarafında yer alarak, yapılan eylemi destekliyor. Bu durumda sorunun asıl kaynağının sadece devletten kaynaklanmadığını gösteriyor.
Türkiye tarihinde devletin mağdur ettiği kesimlere diğer kesimler ses çıkarmamışlardır. Bu nedenle devlet her zaman kendine destekçi bulmuştur. Bizden olmayanın hakkını savunmak bu sorunun üstesinden gelmenin en önemli yoludur. 28 Şubat uygulamalarında Aleviler, Aleviler haksızlığa uğradığında Sünniler sessiz kalmış ve onaylamışlardır. 28 Şubatı eleştiren ve karşı duran bir Alevi derneğinin olmaması, Alevilerin uğrayacağı haksızlıkta Sünnileri sessizliğe itmiştir. Büyük değişim Sünniler ve Alevilerin sorunun asıl kaynağına yöneldiğinde olacaktır.
Asıl sorun devletin totaliter özelliğidir. Bu yüzden devleti hukukun sınırları içine çekmek gerekir. Devletin totaliter uygulamalarını desteklemek, yarın aynı sorunla karşılaşılacağının ve mağduriyetin kapılarını açar.
Müslümanların ideal sistem arayışları bir ütopya arayışı değildir. Ütopya, düşünürlerin zihinlerinde yer alan, kurgusal, henüz gerçekleşmemiş ideal toplum tasarımlarıdır. Platon’un “Devlet” adlı ütopyasından Karl Mark’sın “Sosyalist Toplumu”na kadar böyledir. Oysa İslam siyasetindeki arayış geçmişte uygulanmıştır. Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’in Hz. Ebubekir’in yönetimleri böyledir. İç karışıklıklar olsa da Hz. Osman ve Hz. Ali Dönemi de örnektir.
Ayrıca Batı felsefesinde ütopyalar kusursuzdur. Kusursuz bir ütopya yaratmak için, insan ontolojisine müdahale etmek onu dönüştürmek gerekir. İslam toplum düzeni ise suçun ve adaletsizliğin hiç olmadığı yönetim düzeni değildir. Bu olumsuzluklar olduğunda hangi yöntemlerle çözümleneceğinin modelidir.
Bilge lider Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, ütopya doğası gereği materyalisttir, Müslümanın ütopyası ise cennettir. Dolayısıyla bize kalan adalet üzerine mücadele etmektir. Sucun ortadan kalkacağı bir model, İslam’ın mantığına terstir. Çünkü din, hak ve adalet için kıyamete dek sürecek bir mücadeledir.
Temel sorun Türkiye’nin toplumsal zemininde yaygın karşılık gören devlet anlayışıdır. Bu nedenle, Türk Toplum Sözleşmesini halkın arasında yaygın olan ifadelerden analiz edebiliriz:
“Toplumsal Güç Kaynakları:
Varsa pulun, herkes kulun.
Gücü gücü yetene
Tırnağın uzasın sen görürsün.
Büyük Balık, küçük balığı yer.
Bir dirhem et, bin ayıbı örter.
Fakirin arkası yufkadır.
Paran var ise herkes senin kulundur, paran yok ise sokak senin yolundur.
Gelen ağam giden paşam.
Kim verirse bana yerim, ben ondan yanayım derim.
Devletluya dokun geç, fukaradan sakın geç.
El etek öpmekle dudak aşınmaz.
Yağmur Yağar taş üstüne, her ne dense baş üstüne
Düşenin dostu olmaz.” (Türk Toplum Sözleşmesi, Siyasetin Sosyolojik Temelleri, Halis Çetin, Lotus yayınları)
Böyle bir siyasal ve toplumsal ahlaktan nasıl bir yönetim çıkacağı açıktır. Dolayısıyla şu sorunun cevabını aramak gerekir: Sorun iktidarda mı, halkta mı, ya da her ikisinde mi? Benzer bir tutum göçmen konusunda da öne çıkmaktadır. Tüm olumsuzluklar göçmenlerin üzerine yıkılarak, toplum içindeki sorunlar gizlenmektedir. Bu toplum için tehdit nedir? Suriyeli göçmenler mi, toplumda normalleşmiş ahlaksızlık mı?
Öte yandan zor olan kendi zaaflarını görüp hesaplaşmak, kolay olan başkasını suçlamaktır. Suriyeli göçmenler iktidarın da muhalefetin de ayıplarını örten bir olaya dönüştü. Oysa Anadolu göçmen yurdudur. Bütün ahlaki üstünlüğünü fakir, yoksul ve yolda kalmışlara yardım etmekten alır.
Seküler Ulusalcılık ve milliyetçilik bu ülkenin tarihi kodlarıyla uyumsuz ideolojilerdir. Bu ideolojiler MHP ile iktidarı, İP ile muhalefeti sarmış durumda. Türkiye siyaseti bu sarmaldan mutlaka çıkmalıdır. İşin daha kötüsü bu ideolojilerin bütün partileri sarmış olmasıdır.
Müslüman kişinin kimliğini oluşturan sabiteler vardır. Siyaset de dahil hayatın her alanında bu sabitelerin ışığında yaşamını devam ettirir. Müslüman bir kişinin kimliğini, inancını, inancının pratiklerini yaşaması konusunda gayret sarf etmesi dini istismar değil, yükümlülüğüdür. İstismar, dini pratikleri başka bir amaca ulaşmak için araçsallaştırmaktır. Bir kişinin işleyebileceği en büyük günahlardan biri de budur. Siyaset, ticaret, toplumsal hayat alanında Müslüman görünmenin sağlayacağı faydalar için dindar görünmek, dini menfaatleri uğruna araçsallaştırmaktır. Bir dini pratiği, Allah rızası dışında bir amaca yöneltmek araçsallaştırmaktır. Araçsallaştırılan her değerin kıymeti, ulaşılmak istenen hedefe hizmet etmesiyle doğru orantılıdır. Eğer araçsallaştırılan değer amaca hizmet etme özelliğini kaybetmiş ise hemen terk edilir. Dini araçsallastıranların amacı Allah’ın rızasını kazanmak değil, siyasal, ekonomik ve toplumsal çıkarlarıdır. Bu yüzden dini araçsallastıranların ahlak anlayışı pragmatist ahlak anlayışıdır.
Türkiye’de istisnasız bütün ideolojiler devletin gücünü arkasına alıp, siyasal ve ideolojik karşıtlarını ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat bu gerçeği gösterdi. 15 Temmuz, önümüze bir imkan çıkardı. Ama siyasal kamplaşma bu darbe girişimi karşısında ortak bir tavır almayı engelledi. Ne yazık ki, aydınlar ve halkın bir bölümü darbenin yanında yer aldı. Darbe karşısında ilkesel karşı çıkış yerine, kime karşı yapıldığı daha öncelikli oldu.
Böylece bu tarihi fırsat heba oldu. Sol, 15 Temmuza karşı çıkmayı gericiliğe verilen bir ödün olarak gördü.
Şurası açık ki, devlet her ideolojik tercihinde arkasına halkın büyük bölümünü alıyor. Hedefte olmayanlar ise sesini çıkarmıyor ya da onaylıyor. Ötekinin sorunuyla ilgilenmeyen kişi ve grupların olduğu yerde adaletsizliğe karşı çıkmak kolay değil. Dönem dönem dindarlar, Kürtler, solcular, Aleviler, Ermeniler ötekileştirildiler. Ötekinin derdiyle dertlenmeyen, başkasının acısına duyarlı olmayan bir toplumda herkes sırasıyla hak ihlaline uğrar. İşte bunun için insan hakları, bunun için din ve vicdan özgürlüğü, bunun için hukuk devleti ideali önemlidir. Türkiye’de otoriterlik bütün ideolojilerin içine sinmiştir. İslamcılık, sivil olmak zorundadır.
Machiavelli, “Prens” adlı eserinde yaptığı analiz iktidar sahiplerinin mantığını yansıtması açısından önemlidir: “Bir prens, bir şeylere inanmakta, bunlara göre hareket etmekte acele etmemelidir ve katiyen kaygısını sezdirmemelidir. Serinkanlı hareket etmeli, başkalarına önem verdiğini ve ilgili olduğunu göstermelidir. Böylece fazla kibir onu dikkatsiz kılmaz, fazla güvensizlikle her daim şüphe duymasına sebep olmaz. Bu durumda, “korkulmanın mı sevilmekten daha iyi olduğu, yoksa sevilmenin mi korkulmaktan daha iyi olduğu” sorusu akla gelecektir. İnsan hem sevilmek hem korkulmak ister, ancak bu ikisini tek kişide birleştirmek çok zor olduğundan, yalnızca birini seçmek mecburiyse korkulmanın sevilmekten daha güvenli olduğu, bu sorunun cevabı olacaktır. Bunun sebebiyse, insanların genel özellikleri arasında nankörlük, tutarsızlık, kötülük, korkaklık ve açgözlülük olmasıdır. Başarılı olduğunuz müddetçe kendilerini size adarlar. İhtiyacınız yokken size kanlarını, mülklerini, hayatlarını ve çocuklarını sunarlar. İhtiyaç duyacağınız zamanlardaysa size sırtlarını dönerler. Tamamen onların sözüne bel bağlayan bir prens, kendini korumanın diğer yollarını ihmal etmiş ve perişanlığa davetiye çıkarmış demektir. Kişinin yüceliği ve soyluluğuna değil, paraya bağlı arkadaşlıklar kazanılabilir ancak güvenli değildir ve ihtiyaç duyulduğunda size fayda sağlamaz. İnsanlar, sevilen birini değil, korkulan birini gocundurmaktan daha çok endişelenirler. Sevgi, tamamen minnettarlığa dayalıdır, insanın zayıf tabiatından ötürü her fırsatta yıkılacaktır. Korkuysa cezalandırılma kaygısıyla sizi her daim koruyabilecektir.” Bu satırların arasına sinmiş pragmatizm ile adil bir hukuk devleti tasavvur edilemez. Müslümanlar, açık, denetlenebilir, hesap verebilir, hukukun üstünlüğüne inanmış bir yönetim talep etmelidir.
Türkiye’de devlet şiddetinin uzun bir tarihi var. Devleti şiddetten arındırmak hukukla mümkündür. Diğer yandan toplum içinde şiddet üreten birçok yapı var. Terör örgütlerinin yanında çok sayıda sivil toplum örgütü de örgütlenme bakımından çeşitli derecelerde şiddete eğilimliler. Şiddet kültürel zeminden kaynaklanan bir çözüm üretme yöntemi olarak algılanıyor.
Kuşku yok ki terör örgütleri ve kamu güvenliğini tehdit eden marjinal yapıların protesto hakkı yoktur. PKK, IŞİD, DHKP-C, FETÖ gibi terör örgütlerinin yasal protestoların içine sızarak kendi propagandalarını yaptığı açıktır. Ancak her protesto eylemi terör faaliyeti olarak yorumlamaz. Çünkü protesto meşru bir demokratik haktır.
Sivil vatandaşlara ve güvenlik güçlerine karşı şiddet içermeyen gösteriler meşrudur ve gereklidir de. 28 Şubat sürecinde yapılan sivil gösteriler bu tür gösterilere örnektir. Devletin görevi terör örgütlerinin manipüle ettiği olaylarda, protestolara katılan terör örgütü yanlılarını ayıklayarak tutuklamaktır. Hangi grup tarafından yapılırsa yapılsın protesto eylemlerinde şiddet asla kabul edilemez. Protestolara katılan herkesi terörist olarak görmek ise toptancı ve genellemeci bir bakıştır.
Diğer yandan başlangıçta meşru bir sebeple başlayan ve şiddet içermeyen gösterilerin terör örgütlerine manipüle edilerek siyasal ve şiddet içeren eylemlere dönüştürülmek istendiği de biliniyor. Özellikle PKK sempatizanlarının bu tür kitle hareketleri konusunda oldukça tecrübeli olduğu açıktır.
Hukuk devletine düşen kamu güvenliğini tehdit eden şiddet eylemleri ile barışçıl gösterileri birbirinden ayırmaktır. İktidarın rektör atamasındaki yönteme itiraz ediyor oluşumuz, Boğaziçi Üniversitesindeki ideolojik cemaatçi yapılanmayı görmezden gelmemizi gerektirmez.
Devleti insan yapımı bir organizasyon olarak görmek ve hukukun içine çekmek, en uygun çözüm olarak görülmektedir. Öyle görülüyor ki, Türkiye siyasal anlayışının temel sorunu da devletin gücü ve sınırı ve birey karşısındaki konumu ile ilgilidir. Tarihsel süreçte oluşan siyasal aklın temel özelliği otorite ve itaat değerleri etrafında bir anlayışa sahip olmamızdır. Bu anlayışta devlet kutsal olduğundan, devlete yönelik her eleştiri vatan hainliği olarak görülmektedir. Devleti kutsal olmaktan çıkarıp, insan yapımı bir organizasyon olarak görmek köklü bir zihniyet değişimini gerektiriyor.
Bireyi devlet karşısında edilgen hale getiren, özgürlüğü değil itaati esas alan, devleti kutsayan, devleti insana önceleyen siyasal zihniyet değişmeden devlet anlayışını dönüşe itmek zor görünüyor. Bu konuda temel model, Medine Vesikası’nın temel felsefesi olmalıdır. Vesika, bir yandan toplulukların hukukunu korumaya öncelik verirken diğer yönden güvenlik zaafını ortadan kaldırmayı temel hedef olarak görmektedir. Hem insanı ve toplumu önceleyen, hem de güvenliği sağlayan bir devlet organizasyonu kurmak için Medine Vesikası temel başvuru kaynağı olmalıdır. Öte yandan devletin toplumla ilişkisini belirleyen hukuktur. Devlet toplum ilişkisi hukukun içinde çekilmesi için tarafların özgür iradeleriyle bir toplumsal sözleşme yapmaları kaçınılmazdır. Yaşadığımız süreç, Türkiye’nin yeni bir toplumsal sözleşmeye acil bir ihtiyacının olduğunu gösteriyor.
Siyasal tarih incelendiğinde, sofistlerden başlayarak anarşistlere kadar devlet karşıtı düşünceler olmasına karşın, devlet bir zorunluluk olarak varlığını devam ettirmektedir. Kuşku yok ki, insanlar arası ilişkileri sağlayacak ve düzeni koruyacak bir organizasyona ihtiyaç vardır. Sorun organizasyonun varlığı değil, yönetim biçimidir. Bu anlamda üzerinde düşünülmesi gereken devletin temel görevleri olan güvenlik ve özgürlük arasındaki dengenin nasıl kurulacağıdır? Bu denge güvenlik ve istikrar yönünde bozulduğunda devletçi uygulamalar olan baskıcı ve totaliter rejimlere doğru yol alınmaktadır.
Devlet söz konusu olduğunda karşımıza çıkan önemli bir sorun da otoritenin nasıl kullanılacağı sorunudur. Esasen devlet biçimlerini ortaya çıkaran temel özellik de budur. Hukuk devleti kavramı bu tartışmaların doğurduğu bir sonuçtur.
Devletin konumunu ortaya koyan bir özellik de, devlet ile birey arasındaki ilişkidir. Devlet ile birey arasındaki ilişkinin ne olacağı sorunu bir taraftan bu ilişkinin niteliğine, öte yandan bireyin temel haklarıyla bağlantılıdır. Elbette sorunun bir ayağı da bireyin devlet karşısındaki konumu ve önceliği ile ilgilidir.
İslam geleneğinde adalete yapılan vurgu, birey devlet ilişkileri bakımından anahtar bir kavram olarak ele alınabilir. Bu anlamda Hz. Ali’ye atfen söylenen ” devletin dini adalettir” ifadesi son derece önemlidir. Ancak tarihsel tecrübe adalet etrafında değil, otoriteye itaat etrafında şekillenmiştir.
Öyle görülüyor ki, Müslümanalar kendi değerlerine dönerek, yeni ve özgün bir siyaset anlayışı üretmelidir. Müslümanlar tarihsel deneyimlerin zihinlerine bıraktığı hukuk ve adaleti ikincilleştirip gücü ve güvenliği öne çıkaran siyasal algıdan kurtulmalıdır. Çözüm sözleşme temeline dayalı adalet devletidir. “Medine Vesikası” bu ideal için önemli bir referanstır.
Kaynak: Farklı Bakış