Evleri, sair binaları, ibadethaneleri yıkan, yolları tahrip edip gidilemez hale getiren bir deprem yaşadık. On binlerce canımız kaldı yıkıntılarda. On binlercesi kurtarıldı, on binlercesi son nefesini verdi “evlerimiz” dediğimiz mekânlarda…
En azından “hiçbir şey bizim değilmiş aslında, servet, zenginlik denilen bir hayalmiş, fakirlik zaten bir zorluktu ama aslında tümüyle yokluk değilmiş” dersini almamız gerekirdi. Lakin nicesini gördüm yaşadım, hiçbir yıkıntı, çok önceden tahrip olmuş kafaları, yürekleri onaramadı, kendine getiremedi, düşündüremedi. Zaten yıkıntı olarak, insanlığa yük olan kişiler yine o eski kurnazlıkları, hırsızlıkları, arsızlıkları, kişisel hastalıklı hırsları ile sokakları geziyordu. Nicesinin çözüm aramak, üretmek diye bir dertlerinin olmadığını, poz verme alışkanlıklarının sürdüğünü, başkalarını dinlemenin erdem olduğuna hala inanmadıklarını gördüm.
Sevgisiz bakış sahiplerinin hiçbir değişime uğramadığını, ruhsuz, kurnazca, çıkar odaklı bakışlarını sürdürdüklerine şahit oldum. Aslında çoktan yıkıntılar altında kalmıştı bunlar fakat yaşadıklarını sanıyor ve kendilerini mahir olarak görüyorlardı. En tehlikeli hal; sevgiyi, merhameti, doğruluğu, insanlığı, kardeş olabilmeyi, dostluğu, emaneti koruma, adalet gibi duyguları yıkıntılar altında bırakmaktır diye düşünüyorum. Nicesi bütün bu duyguları depremden önce yıkıntılar altında bırakmış olarak o günün sabahına başladı.
Deprem onlar için sadece fiziki bir sarsıntıydı. Onlar şehrin yıkılan, tahrip olan ruhunu göremedi ve hala göremiyorlar. Çünkü öyle bir dertleri yok. Hala bir adım sonra, hangi hamleyi yapıp kazançlı çıkacaklarını düşünüyorlar. Bu söylediklerim bir kesimi değil, her kesimdeki hasta kişilikleri anlatmaya çalışıyor. Öyle ki; hastalar ama hastalıklarını kabul etmiyorlar, tedavi istemiyorlar. Her şeyi biliyor ve kimseyi dinlemiyorlar. Mesela bir sohbet ortamında bir yetkiliye “o kadar tecrübe sahibi, ilim sahibi insan var, size bir şeyler anlatıyor veya anlamanızı sağlamaya çalışıyorlar ama siz dinleyip veya dinler gibi yapıp, çekip gidiyorsunuz” demiştim. Önce boş gözlerle bana bakmış, sonra karşı duvara diktiği kan çanağını andıran gözleriyle “biz herkesi dinler gibi yaparız ama kendi bildiğimizi yaşarız” demişti. Bir diğerine “şu kadar tecrübe sahibi insanın arasındasınız, bir bedel talepleri olmadan size danışmanlık yapmak istiyorlar” dediğimde “dua edin yeter” diye kestirip atmıştı. Kendileri vardı, her şeyi biliyorlardı ve ötekiler vardı sadece yönetilmeliydiler, fikirlerinin, ilim ve bilgilerinin, tecrübelerinin hiçbir anlamı yoktu ve “bize dua edin” diye kestirilip atılacak kişilerdi. Deprem sabahına bu yıkıntı, harap hallerle girdik. Görünen o ki, hiçbir şey değişmedi.
Mesela “imar duamızı” yapmaya yanaşmayan yöneticilerimiz ve onların bu hallerinden nemalananlarla o gün sabahladık. Şu gün olmuş, bu zatlar her şeyden başkası mesulmüş gibi konuşuyor. Dua fiili ve kavlidir. İmar duası da fiilidir. Zeminin durumunu, zemine göre inşaatın türünü, kat sayısını, kullanılacak betonun kalitesini, demirini ve şaşmaması gereken bir kontrol ve denetlemeyi içerir. Deprem, bize bu duayı hiç yapmadığımızı ve imar meselesine rant hırsıyla yaklaştığımızı gösterdi. Bu duayı hatırlatan, boş konuşan insanlardı birilerine göre… İyi bir proje yaparsınız, sonra da “rabbim bu projeyi doğrulukla uygulama gücü ver, çıkan zorlukları aşmam için bana güç ver” diye dua edersiniz mesela ve bu da kavli duadır. İmar duasını ihlal edip, binanın kapısına “maşallah” levhası asmak dua değil, kendini ve başkasını aldatmaktır. Belediyelerdeki imar komisyonları, meclisler her biri fiili birer dua olarak görülmelidir. Peki, buralara görevli seçenler hangi kıstasa göre hareket ediyorlar? Yani burada bir duaya mı yoksa bedduaya mı şahitlik ediyoruz?
Deprem niye burada, bizim şehirlerimizde oldu da başka yerde olmadı, diyenler oluyor. Öncelikle başka yerlerde olsaydı biz “rahat veya iyi insanlar mı” olacaktık? Kendimize yaptığımız en büyük yanlışlardan birinin “fiili duayı” ihmal etmek olduğunu anlamak yerine, bu tür “niye ben, niye biz” sorularıyla mı kendimizi yiyeceğiz?
Sahi biz depremi, gerçekten ve bütün boyutlarıyla 6 ve 7 Şubat’ta mı yaşadık?
Allah’ın yerde var ettiği fay hatlarından ayrı olarak, kendi ellerimizle döşediğimiz fay hatlarını ne zaman düşünüp kendimize geleceğiz?
Bir hal gerçekleştikten sonra imtihanın bir başka boyutu başlar, bunu da ihmal etmemeliyiz. Belli ki ilk insanlık ve imar imtihanını kaybettik. Şimdi toparlanma zamanı ama eski alışkanlıkların üzerinden yola devam ederek bu toparlanmayı sağlayamayız.
Öyleyse yeniden düşünmeye küçük bir katkı verelim:
Aslında biz yapmadığımız imar duasıyla, yani kendimize beddua ederek, kendimize, şehrimize en büyük kötülüğü yaptığımızı kabul edelim. Bu kötülükte devam edersek vay halimize!
Yani:
Biz deprem sabahına imar duasını ihmal ederek girdik.
Emaneti ve liyakati yıkıntılar arasında bırakarak sabahladık.
Vefayı çoktan yıkıntılar altında bırakmıştık.
Sevgiyi, merhameti, adaleti yıkıntılar arasında terk ettik.
İlim ve bilimsel araştırmalar hamaset depremiyle yıkıntılar arasındaydı.
Dostluk, kardeş olabilmek çoktan deprem altındaydı.
Bütün ahlaki değerler yıkıntılar arasında kurtarılmayı bekliyordu.
Biz depremi Şubat’tan önce yaşıyorduk lakin görmek istemiyorduk!
Kaynak: Farklı Bakış