Ümit AKTAŞ

Tarih: 11.02.2023 11:21

Deprem, Mutabakat Metni ve Daha Ötesi

Facebook Twitter Linked-in

Ülkenin oldukça farklı siyasi eğilimlerini bir araya getirip ortaya bir mutabakat metni çıkarmak elbette ki önemli. Ama son yaşadığımız deprem de gösteriyor ki bu ülkenin bu tür mutabakatlardan daha fazlasına ihtiyacı bulunmakta. Nitekim şu anda bizim yaşadığımız şartlardan çok daha kötüsünü, 2. Dünya Savaşının yıkımını yaşamış olan Almanlar, Alman siyasal düşünürleri, “ordoliberaller”, savaşın yıkımlarından nasıl çıkılacağı üzerinde ciddiyetle düşünerek 1950 yılında Alman Ekonomik Politikasının Yönetimi adlı bir metin yayınlıyorlar. 1933’te Türkiye’ye gelen ve bir süre İstanbul Üniversite’sinde hocalık yapan Wilhelm Röpke tarafından yayınlanan bu metnin önsözünü ise Almanya başbakanı da olan Konrad Adenauer yazıyor.

Buna göre: öncelikle herkesin mümkün olduğunca özel mülkiyete erişiminin sağlanması amaçlanıyor. (Günümüz şehirlerinde konut maliyetlerinin en önemli kısmının arsa fiyatları olduğunu hatırlayalım.) Şehirlerin aşırı büyümeleri önlenerek orta ölçekli şehirler, toplu konutlar yerine müstakil evler planlanıyor. (Depremlerdeki yıkımların çoğunun çok katlı binalar olduğunu hatırlayalım.) Şehirlerin büyümesini önlemek, kalkınma ve refahı ülke sathına yaymak içinse köylerin güçlendirilmesi, küçük işletmeler, atölye tipi üretimler, zanaat ve küçük esnafların desteklenmesi sağlanıyor. Olabildiğince adem-i merkezileşme, uzmanlaşma ve emek paylaşımı, üretim ve işletme alanlarının ülke sathına yayılması, toplumun aile ve komşuluk gibi doğal topluluklar üzerinden organik bir şekilde yeniden inşa edilmesi hedefleniyor. (Köylerin neredeyse yok edildiği günümüzü ve içi boş aile edebiyatını hatırlayalım.) Amaçlanan ise “yönetim etkinliğinin ağırlık merkezinin aşağıya çekilmesi”dir. (Merkezileştirici ve toplumsal katılımı ve etkinliği zayıflatan ülkemizdeki cari politikaları hatırlayalım.) İktisadi açıdan ise “yapılmak istenen ‘şirket’ biçimlerini çeşitlendirmek, sayısını artırmak ve yaymak; büyük şirketleriyse engellemektir… Yani süpermarket değil, şirketler toplumu; homoeconomicus değil, girişim ve üretim insanıdır.” (Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, İBÜY, s. 128, 129, 130)

Dolayısıyla temel olarak yapılması gereken şehirlerin bir rant alanı haline getirilme politikalarından vaz geçilmesi, inşaat sektörünün ise günümüz Türkiye’sinde yapıldığı gibi arsa simsarları ve tüccar müteahhitlere değil, aklı başında mimar ve mühendislere bırakılması; kamu arazilerinin ise planlı ve ücretsiz olarak özellikle ilk kez ev edinecek olan yurttaşlara açılması.

Merkeziyetçi, şehirleri yüksek binalarla rant alanına çeviren ve geleneksel komşuluk ve akrabalık ilişkilerini berhava eden günümüz bakışının ülkeyi getirdiği nokta ise yaşadığımız depremle ve bir kez daha ortaya döküldü. Aklını başına almayanların ancak kafalarını duvara tosladıklarında ayıkması gibi biz de bir kez daha ayıkacağız belki ama bu ayıklık kaç gün sürecek, aklımızı gerçekten başımıza alacak mıyız, bilemiyorum. Bunu anlamak içinse bu iktidarın, iktidarının hemen başında kendi yaptığı ihale yasasında yapılan onlarca değişikliğe bakmak yeterli olur sanırım. Ama ne yazık ki ve insanlar aklını kullanmayı öğrenemedikleri sürece “tarih kötü yanı üzerinden” yani yaşanılan felaketler üzerinden ilerlemeye devam edecek.

Üstelik yaşadığımız bu felaket aniden ve tek bir girişimle gerçekleş(tiril)en bir durum değil. Ağır ağır, aşama aşama gerçekleş(tiril)en bir felaketler zincirinin sonucu. Özellikle de ezberci ve taklitçi bir modernleşme/şehirleşme iddiası akabinde yaşadığımız bir süreç. Darbeler, depremler, savaşlar, ekonomik krizlerle ilerleyen ama Walter Benjamin’in “tarih meleği”nin işaret ettiği gibi bizi sadece felakete sürükleyen, içinden bir türlü çıkamadığımız bir süreç. Hepsi birbirlerini besleyen, büyüten ama bir türlü akla, tecrübeye yol açamayan olumsuzluklarla boğuştuğumuz, her kuşakta akılsızlıkların tüm toplumsal birikimleri adeta sele ya da yele verdiği bir süreç. Üstelik ne siyasilerimiz, ne düşünürlerimiz, ne dindarlarımız ne de modernlerimiz buna, yani Alman “ordoliberalleri”nin ferasetine sahip. Almanya ise 80 yıldır bu ilkelere sadakatini koruyarak istikametini sürdürürken ve bu süreçte kendi birliği bir yana bir Avrupa Birliğini de oluştururken, biz ise yüzüncü yılına girmekle övünç duyduğumuz cumhuriyeti hâlâ demokratikleştirebilmiş değiliz. Onun da ötesinde, bırakın bir bölgesel birliği, kendi toplumumuzun birliğini ve dirliğini de sağlayabilmiş değiliz.

Öyle ki Millet İttifakı tarafından oldukça övünçle takdim edilen “mutabakat metni”nde bile ne Kürtlerin ne barışın ne de anadilde eğitimin sözü edilmekte. Dahası demokratikleşebilme için küçük bir adım sayılabilecek olan Siyasal Partiler Yasası’nı değiştirmeye dair belirgin bir öneri bile yok. Meseleye yegâne atıfta ise konuya sadece bir siyasi parti içi mevzu olarak değinilmekte ve dolayısıyla da demokrasi toplumun tabandan itibaren siyasal süreçlere katılımı olmaktan ziyade salt seçime ve parti içi örgütlenme meselesine indirgenmekte. Halka karşı sorumluluk, halkın partileri ve hükümeti denetimi, yani sivil toplumun etkinleştirilerek demokratik süreçlere katılımıyla ilgili ise bir bahis yok. Devletin ve siyasilerin toplum üzerindeki vesayetine ve siyaset kadar toplumun çoğulculaşmasına dair de bir önlem önerisi yok. Oysa 1980’den beri her yeni iktidarın öncelikli vaadidir bu antidemokratik yasayı ve kültürü değiştirmek.

Görülen o ki hâlâ ülkenin yüz yıllık ezberleri ve korkularıyla hareket edilmekte ve hâlâ bizi sürekli felaketlere doğru götüren ve toplumun kendi özgüçlerini tanıma ve edimselleştirme deneyiminden uzak tutan vesayetçilik noktasında diretilmekte. Üretime değil de tüketime dayanan bir kendini bilmezlikle avutulan ve uyutulan toplum, kendi rüştüyle davranma cesaretine kavuş(turul)amadığı için, katılım, çoğulculuk, inisiyatif alma gibi becerilerden de uzak bırakılmakta. Oysa toplum, devlet baskısının ortadan kalktığı kriz ve felaket anlarında, özellikle de deprem gibi devletin acizliğinin alenileştiği zamanlarda ortaya çıkan ve devletten çok daha önce felaketle mücadeleye başlayan azmiyle pek de kadri bilinmeyen bir inisiyatife, isteğe, örgütlenme ve iş yapma becerisine sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Birlikte düşünme ve yapma becerilerinden uzak kılındığı siyasetin örgütlenmesi ve edimselleştirilmesindeki eksikliğin sonuçları ise ortada. Bu ise muhteris siyasilerce çeşitli tezviratlar ve komplolarla el konulmuş, demokratikleştirilemeyen, çoğulculaştırılmayan ve halka açılamayan siyasetin, -liderler oligarşisinin-, her felakette faş olan güdüklüğünün bir sonucu. Ki bu çaresizleşmeye ya da cesaretsizliğe, yolsuzlukla mücadele konusunda bile en sonunda gelinen mafyatik örgütlerin himmetine muhtaç olma halleri bile delalet etmekte.

Dolayısıyla bu kısır ve dar parti çıkarları ve ayak oyunlarına dayanan siyaset anlayışına karşı halkın tıpkı depremle mücadeledeki gibi siyasete de doğrudan müdahalesi ve katılımı artık bir zarurettir. Çünkü asıl deprem orada yaşanmaktadır. Muhtaç olduğumuz zaruret ise bu “mutabakat metni”ni aşan, ülkenin tarihsel ve toplumsal gerçekliğini kavrayarak bunu değiştirmeye azmetmiş cesur bir yaklaşımın, ülkeyi içerisine gömüldüğü bu çıkmazdan kurtaracak, hayata dair mevcut anlayışı değiştirecek olan devrimci bir bakışın, Batı ile Doğu arasındaki bir dengeyi sağladığı kadar geleneksel birikimle modern anlayışları sentezleyecek bir ferasetin ortaya konulmasıdır. Bu bakış açısı ise öncelikle toplumu etkinleştirecek, tahakküm sistemini tasfiye edecek, siyasal ilgiyi, sorumluluğu ve örgütlenmeyi tabandan başlatacak, vesayet sistemine karşı toplumun ağırlık merkezini aşağıya doğru çekecek, toplumsal refahı adilane bir biçimde paylaştıracak, köyleri yaşanabilir çevreler haline getirirken şehirleri de cehenneme dönüşmekten kurtaracak bir yaklaşımı gerektirmekte. (Almanya’da köylerle şehirler arasında yaşamsal standart açısından bir fark bulunmadığını hatırlayalım.) Bu yaklaşım ise giderek içerisine gömüldüğümüz bu kısır döngüyü ortaya çıkaran kötülükleri reddetme kadar mahrum kaldığımız iyilikleri hayata geçirebilme cesareti, yetisi ve hakkına sahip olduğumuza öncelikle kendimizi ikna etmeyi gerektirmekte.

Mutabakat metnini hazırlayanlar ise ya bu temel sorunumuzun farkında değil ya da metni oluşturan bileşenleri bir ayara getirebilmek için keskin ama zorunlu tespitler kadar çözümlerden de uzak bir söylemi esas almış. Ne var ki bu tarz biçimsel yaklaşımların ülkeyi bir yere getirmediği Özal ve Ak Parti deneyimlerinden beri bilinmekte. Üstelik Ak Parti çok daha cesur ve köktenci bir söylemle işe başlamıştı ama o da Fetullahçılar ve ABD gibi yanlış “partnerler”le yola koyulduğundan ya da kendi gönülsüzlüğünden, sürecin daha başlangıç aşamasında soluğu kesilmişti.

Mutabakat metninin en önemli sorunu ise tüm sorunu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS)’ne yükleyerek bir tür kolaycılığa sapması, temel toplumsal sorunları görmezlikten gelmesi. Sorunu salt siyasallaştırarak toplumu ve toplumun süreçlere katılımını dikkate almaması. Oysa siyaset ve siyasal sorunların çözümü salt siyasilere bırakılamayacak kadar önemlidir. Bununla ise toplumu sorunların tefekkürü ve çözümü konusunda süreçlerin dışında tutan beylik seçkinci tutumu kast etmekteyim. Bu tutum toplumu kötürümleştirerek siyaset kadar farklı süreçlerin de dışında bırakmıştır ki bunların en önemlileri partiler, sendikalar, kooperatifler ve şirketler, yani birlikte düşünme (şûra) ve birlikte eyleme (inşa) süreçleridir. Hatta birçok sivil toplum kuruluşu bile devletin örgütleri haline getirilmiştir. Aşırı merkeziyetçiliğin devleti güçlendirdiği zannı ise, her kritik durumda çuvallayan devletin hantallığını bir kez daha ortaya koyduğu halde, merkezi güçlerin çevreye yayıldığı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dair öteden beri tartışılan niyet de bu mutabakat metninde yeterli karşılığını maalesef bulamamıştır. 


 

Kaynak: Farklı Bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —