“Değişim; değişmeyen tek şey…”
Öncelikle “siyaset” manzaramız…
Değişimi olgusal açıdan; kültürden, siyasete, eğitimden, dinî alana vs. kadar geniş bir yelpaze içerisinde ele alıp değerlendirdiğimizde, eskiye dair bilgi kalıplarının içeriğinden, onun nasıl oluştuğundan tutunda, çeşitli alışkanlıklara kadar geniş bir çerçevede çok önem kazanır.
Doğu^da ve Batı’da yaşanan klasik dönemlerin aksine, Aydınlanma felsefesi içre, modernleşmeye bağlı olarak gün yüzüne çıkan, huruç eden değişim, dün olduğu gibi bugünde, eskiye nazaran bayağı ivme kazanmış bulunmaktadır.
Öyle ki, ne vahye dayanan din inancı, ne “kendi bütünlüğü içerisinde” belli bir tutarlığı gözlemlenen modern dönemden farklı olarak, keskin bir belirsizliğe havi; neyi tutarsan elinde kaldığı, belirgin bir düzeni ve sistematiği olmayan bir dönem olarak, değişimin hızı ve yönü tam tespit edilemediğinden dolayı; bireyin ve toplumun felaketini hazırlamakta ve hızlandırmaktadır.
Bu durumu, gerek içeriği “sahih doneler” tarafından doldurulduğu ve desteklendiği düşünülen, ama büyük oranda parça doğruların bulunduğu; buna karşın hakikatin genelde ıskalandığı klasik dönemi, bire bir uygulamaya çalışan muhafazakâr çoğunluğun, “iktidar değişimi neticesinde” elde ettiği otoriter flora (ya da fanus içerisinde) ile bu florayı oluşturan iktidar(lar)ın bizzat kendisi, tüm toplumca kabul edilmiş gibi görüp devam ettirmesi üzerinden okuyabiliriz.
Bölgeselden ulusala; ulusaldan küresele kadar tüm bir evrende, otoriter karakterli uluslar arası yapılar, var olan otoriterliği giderek pekiştirmektedir.
Bu hâliyle bir açıdan, küçükten büyüğe varacak oranda, devletlerin “hatta devletçiklerin” ve o yapıların kendi geleceklerini temin etme adına, onları koruma içgüdüsü ile ihdas edilen “beka mes’elesine” dönüşmesi ile birlikte, ülke olarak yaklaşık yüz yıldır sancısını çektiğimiz otoriter uygulamaların şiddetini daha da arttırdığı görülmektedir.
Hakkın, bâtıla galebe çaldığına dair Kur’anda “hak geldi, batıl yok oldu; bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra; 17/81) İlahi beyanı dikkate alındığında; bu gerçeğin, salt anlaşılacağı üzere “dinî anlamda olmayıp, bunu da içerecek oranda; insan hayatının tümünü kapsadığını söyleyebiliriz.
O halde, “hak” maddi ve manevî doğruyu işaret edecek olursa, bâtılın ise, yanlışı işaret ettiği kabul görür. Zaten, insanlık tarihi, aynı zamanda son birkaç yüzyılda var olan değişimler, toplumsal altüst oluşlar incelendiğinde ve yapılan edilenler gözlemlendiğinde, hakkın maddi düzlemde “doğruyu”, “bâtılın” da yanlışı içerdiği söz konusu olduğu kabul görür.
Bu maddi gerçeği, kendi siyasi gerçekliğimize uyguladığımız zaman, I. ve II. Meşrutiyet’in ilanları ile siyaset alanında bir form değişikliğinin vaki olduğunu; buna bağlı olarak Osmanlı son döneminde meclis kurumunun ihdası ve birçok olayla birlikte İttihad ve Terakki’nin, Müslüman bir ülkede “Türkçü/Batıcı” politikalar yürüttüğüne delâlet etmiş oluruz.
Burada bir değişim söz konusu idi. O da, o güne dek siyaset olgusu açısından, ilk İslam toplumunun “kendine özgü deneyimi” kendi bütünlüğü içerisinde istisna kılındığında, ondan sonra, bir daha vaki olmayan “temsili ya da doğrudan” yönetme/yönetilme durumu söz konusu olmuştu.
Bu durumun, dönemin iktidar/saltanat sahipleri açısından bir “beka meselesi ve ölüm kalım mücadelesi olarak okunabilmesinin yanında, var olan mevcudu koruma sevdalısı klasik çevrelere nazaran; salt Batıcısından, Türkçüsüne ve oradan da düşünsel âlamet-i farikaları saltanat karşıtına binaen İslam’a uygun bir yönetim düşüncesi bulunan İslamcılara kadar geniş bir yelpazede; her alanda olduğu üzere siyaset ve yönetim alanında da değişimci bir düşünceyi oluşturduğu söylenebilir.
İyi niyetlerle oluşturulan bu değişim durumu, ne yazık ki, hem saray ve hem de İtihadçılar tarafından “iç” edilmişti.
Daha sonra meydana gelen olayların akabinde yeniden yapılanan devlet, o da, küresel konjonktür gereği kendine uygun olarak cumhuriyet formunu seçmişti.
Değişimden yana olan insanların bu form ile bir alıp veremedikleri yoktu aslında.
Hatta bu formun, İslam’ın yönetim alanında ona “mevcutlar arasında” en uygun olduğunu; olabileceğini söylemek, dile getirmek bile olasıydı.
Bu konuda, en önemli çıkışları yapan kişinin, daha doğrusu dönemin İslamcıları arasında mümtaz bir yeri bulunan Bediüzzaman Said-î Nursî olduğunu belirtmiş olalım.
O zaman, hemen her dönemde olduğu üzere, birçok alanda meydana gelen değişimin, bir değişim söz konusu olduğunda, çapının klasik dönemlerdekinden fazla olduğunu belirterek, bu değişim çapının ise, günümüzle kıyaslandığında “hatırı sayılır” bir önemi olmakla birlikte, günümüzdekinden az olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu durum, elbette; dünden bugüne, hayatın hemen her alanında kullanılan alet, edavat dâhil, değişen dilin, söylemin vs. bunun göstergesi olan kültürün ve gelinen uygarlık (medenilik) durumunun payı ile orantılı idi.
Sadece kendimizi dikkate aldığımızda, bundan yüz yıl önce, birçok alanda olduğu üzere siyaset alanında dahi kendini gösteren değişimin, kendi zamanı için çok önemli olmasının yanında; günümüzü de ontolojik ve epistemolojik anlamda şekillendirmeye başladığı bilinmektedir.
O ontolojik ve epistemolojik durum, bugün, bazı mahfillerce çoğu da kırıntı kabilinden elde tutulup onun yerine ikame edilmek istenen birçok paradigmayı ve bilgi kümelerini de hiçleştirdiği görülmektedir.
Elbette, bu hiçleş(tir)me durumunun tümden yanlış olmadığı, ama tamamen de masum kabul edilemeyeceği bilinmelidir.
Bu konuyu da, her konuya yönelik olarak bütüncül yaklaşımla ele almamız ve bundan dolayı da sağlıklı ve kalıcı bir sonuç elde etmemiz; sağlıklı bir söylemin ve manzaranın da ikame edilmesi anlamına gelir.
Konuya dair en çarpıcı durumun ve ona yönelik ifadelerin, muhalefet cephesinden ziyade, Cumhur İttifakı’nın bileşeni sayılan bir, iki partinin ve şimdiki meclis başkanının, 12 Eylül anayasası üzerinden, mevcut anayasanın “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddelerine karşı söylemsel çıkışlarının akıbetinde kendini göstermiş olduğu görülmektedir.
Hatta bu itirazlara CHP gibi salt ulusalcı bir partiden ziyade, parti ve yapı olarak 12 Eylül darbesinden çok etkilenen ve yeri geldiğinde mevcut anayasanın darbeci tarafına atfen, bu anayasanın değişmesini isteyen ve aynı zamanda Cumhur İtitfakı’nın ortağı olan milliyetçi partilerin ve birçok “muhfazakâr” muhalifin karşı çıkışları dikkate alındığında; o maddelerin “asla” değişmezliği üzerinden var olan ontolojik ve epistemik durumum aynen varlığını koruduğu görülmektedir.
Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü iktidarı sayılan AK Parti’nin, dünden bugüne; eleyip geldiği kendi siyasetçilerinin yerine, çok ustalıkla birçok çevreyi ve insanı dâhil ederek sürdürdüğü iktidar durumu ile “bazen bir arada, çoğu zaman ise birbirlerine yönelik muhalefet ederek” iktidarı da markaja almaya çalışarak bir siyaset yürüttükleri bilinmektedir.
Bugüne dek yapılan edilenlerin büyük çoğunluğunda iktidarında dâhli var idi. Buna bir de muhalefet cephesinin, çeşitli tonda yaptığı muhalefetinde yanlışı ve doğrusu vaki idi.
“Seni başkan yapmayacağız”dan; PKK’nin bilerek yaptığı “terörize” yanlışlardan tutun da, FETÖ’nün iktidar yanlılığından darbe girişimine, oradan CHP’nin “ana muhalefet partisi” kimliği üzerinden doğru ile yanlış politikalarına kadar bir sarkaçta siyaset; halka yönelik bir hizmet aracı olmanın yanında darbe seviciliğine, destekçiliğine vs.; iktidar açısından ise, salt halka hizmet görmenin yanında; bazı iç ve dış durumun gölgesine sığınarak otoriterleşme eğilimi ile beka söylemciğine vs. kadar lineer bir çizgide “kendine özgü” bir siyaset vaziyetinin yaşadık ve izledik.
İşte bunlardan dolayı, Cumhuriyet’in, kendi insanına dair aidiyetinin, kendisine sorulmadan, onayı ve rızası alınmadan “el çabukluğu marifet” kabilinden oluşturulan yeni durumun devam etmesi sonucunda oluşan travma hali, dünden bugüne izlenen siyaset ile birlikte, halkın geçmişten “kültür içerisinde” taşıyıp getirdiği yanlış söylem ve eylem biçimleri de işin tuzu biberi olarak yaşanan ortamları oluşturmuş oldu.
Elbette, halkın yanlışlarının yanında doğruları da vardı; aslında onun var olan doğruları, yanlışlarından daha çok ve ondan daha temelli, idi, ama onlar bu hengâmede buhar olup uçmuş, yerine yanlışlar sökün etmişti.
Var olan kültürün olumsuz tarafları ile aydınlanma olayı; onun üzerine inşa edilen modern/seküler hayat ve onları da aşacak oranda sökün eden postmodern ve postturuht durumlar sonrasında; seküler çevreler ile Müslüman/muhafazakâr/milliyetçi çevrelerde rasyonalite denen şey, yerini irrasyonaliteye bırakmış oldu.
Yani, böylelikle ipin ucu kaçmış oldu.
Değişim olgusunun siyasi boyutu, her partinin kendi ideolojik bir paradigmasının var olmasına rağmen, o da “sözde” oluşan değişim havasına ve hakikatsizliğin (postruht) giderek azmanlaşmasına binaen cıvıklaşmış ve süreç içerisinde birbirine benzemiş ve birbirlerini taklit durumuna düşmüştür.
Türkiye siyasetine “derinden” nazar eden hemen herkes, bu durumu çok rahatlıkla gözlemleyebilir.
O zaman, bu durumun toplumu da olumsuz anlamda değiştirdiği ve onu da hakikatsizlik sürecine mahkûm ettiği, siyasal ve özellikle de toplumsal açıdan gözlemlenebilir.
Devam edecek…
Kaynak: Farklı Bakış