İnsan doğasının iyi mi, kötü mü olduğu asırlardır tartışılan bir konudur. İnsanoğlunu doğuştan kötü olduğunu kabul eden Hristiyanlık öğretisine karşı Freud, Piaget gibi psikologlar, bebeğin dünyaya doldurulmaya müsait boş bir levha olarak geldiğini iddia etmişlerdir. Ancak bu konuda bebekler üzerinde yapılan deneyler, bebeklerin iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabildiklerini göstermiştir.
Şurası bir gerçek ki ister kötüister doğuştan iyi, isterse boş bir levha olarak dünyaya gelsin, insanoğlunun yapısı yozlaşmaya çok müsaittir. Selin önündeki yaprak gibi toplumsal konjektöre çabucak uyum sağlar. Melek gibi dediğiniz insanlar, ideolojik, dini, milli vb. yönlendirmelerin etkisiyle bir süre sonra canavarlaşabilir. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.
Günümüzde ailenin ve sosyal çevrenin etkisinin azalması sonrası bireysel anlamda özgürleşen insanlar, toplumlu ayakta tutan değerleri görmezden gelmeye, kanun ve kurallara dayalı düzeni daha çok önemsemeye başlamışlardır. Ancak mesleki, ahlaki, toplumsal değerler ile desteklenmeyenkanun ve kuralların, değer aşınmasına uğramış toplumlarda düzeni ve huzuru sağlamada yetersiz olduğu ortadadır.
İnsanların topluma uyum sağlama ve birey olarak var olma arasında yaşadıkları karmaşa, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve belli odakların pompalaması ile son yüzyılda daha da artmıştır. Kuşkusuz tarihin hiçbir döneminde insanın bireyselliği ve bireysel özgürlüğü bugünkü kadar kutsanmamıştı. “Başkalarına zarar vermedikten sonra istediğini yap” anlayışının, bir süre sonra toplumun karşısına çözülemez problemler olarak döndüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bunun bir sonucu olarakderdimizi anlatacağımız, yanlarında teselli bulacağımız, külüne muhtaç olduğumuz komşu ve akrabalarımız arasındaki irtibat her nesilde biraz daha azalmaktadır.
Toplumsal düzlemde, sınırsız bir özgürlük ortamında kişiler arasındaki çatışmaların alacağı hal anarşi ve düzensizlik olacaktır. İnsanın akıl sahibi bir varlık olması, nesne ve olguları izleme, karşılaştırma ve aralarında bağlantılar kurmasını sağlamakla kalmaz, hangi durumda ne yapması ve nasıl davranması gerektiğine karar vermesine de yardım eder. Her bireyin kendi çıkarına davranmasıile herkesin zararına olacak bir karmaşa ortamı doğacağından, ortak uzlaşı arayışı arayışının bir sonucu olarak kurallar ortaya çıkmıştır. İnsan doğduğu toplumda hazır olarak bulduğu bu kurallar, çevrenin genişlemesi ile yeni boyutlar kazanır. Aile, sokak, okul, çalışma hayatı şeklinde girilen ortamların her birinde yeni kurallar karşımıza çıkar. Bütün bu kurallar, davranışta bulunanın, o durumda yapması veya yapmaması gerekeni söyler. Bu nedenledir ki toplum içinde bireylerin hemen hemen her davranışı dini, ahlaki, siyasi, örfi, mesleki vb. kurallar tarafından belirlenir.
Bir toplumu salt kanun ve kurallarla ayakta tutamazsınız. ABD’de elektrikler kesildiğinde marketlerin yağmalanması, olaylarla hiçbir ilgisi bulunmayan insanların mallarına zarar verilmesi buna güzel bir örnektir. Yine çeşitli ülkelerde meydana gelen toplumsal olaylarda, sokaklarda bulunan arabaların, mağaza ve dükkanların tahrip edilmesi, devlet dairelerinin yakılması, suçsuz insanlara şiddet uygulanması gibi vandalizmi çağrıştıran durumlar, etik ve ahlaki değerlerle donatılmamış birey ve toplumların canavarlaşabileceğinin açık göstergesidir.
İnsan davranışının yönünü belirlemede ve toplumsal öncelikleri sıraya koyma noktasında değerler, etik, ahlak, norm ve kanun, örf, adet ve ananelerle etkileşim içerisindedir. Gücünü değerlerden almayan veya değerlerle desteklenmeyen kurallar, toplumsal alanda zayıf kalacaktır. Bu durumda insanlar sokaklarda güven içinde yürüyemez, fikirlerini özgürce açıklayamaz hale gelecektir. Tv kanallarının reyting uğruna, “şüyuu vukuundan beter olan olayları” her gün insanların hayatına sokarak sıradanlaştıracaktır. Adaletin, hakkın önemsenmediği, yozlaşmanın sıradanlaştığı bir toplumda ise düzen ve huzur kalmayacaktır.
Buradan hareketle değerlerin maddi gereksinimlerin abartıldığı, gösterişin hoş karşılandığı, fakirlerin görmezden gelindiği, makam ve mevkiinin kutsandığı, güçsüz ve zayıfların horlandığı, paranın en büyük değer kabul edildiği bir toplumun dini, etik, ahlaki, örfi değerlerini yitirmediği iddia edilebilir mi?