Sait ALİOĞLU

Tarih: 17.06.2024 14:52

Coğrafya ve Kader…

Facebook Twitter Linked-in

İbn Haldun’un, 1coğrafya kaderdir” ifadesi, bize her ne kadar ilginç, önemli ve “yerinde” bir ifade gibi geliyor olsa da, Marksist söylem içerisinde diyalektik mantık çerçevesinde, tabiatın(doğa) ve toplumun vs. “kendince” baskısına dayanan determinist/zorlayıcı/cebriyeci anlayışı ile örtüştüğü görülmektedir.

Tabii ki de, bu yargımızdan hareketle, o ifadeden dolayı İbn Haldun’a yönelik eleştiri oklarınızı atmamız gerekmez. Zira onun, kendi zamanda Marksist anlayışı öngöremediğini, keza öyle bir şeyin mümkün olmayacağını biliyor olmamız gerekir.

Ama onun, ilk sosyologlar arasında sayılması ve onun, diyalektiğe dayandığı iddia edilen bazı görüşlerinin, Marksist felsefeye dâhil edilmesinin de boşuna bir kurguya dayanmadığını, bilakis, o felsefenin temelinin doğa(tabiat, Sünnetullah) yasaları üzerinden, ilk dönem düşünürlerinin “yarayışlı” düşüncelerine dayandırıldığını görmekteyiz.

İbni Haldun’un görüşlerini tamamen dikkate alırsak, Batı muhayyilesi, felsefesi, dünyayı anlama biçimi ve hayat telakkisi açısından, ondan çok farklı bir konumda bulunan bilumum Asya toplumlarının her tür halini nasıl izah edebilirdik?

Bu açıdan bakıldığında, İbn Haldun Mağrib (Kuzey Afrika) gerçekliğinin üzerinden yürümeye çalışıyor. Ama onun bu çabaları Marksistlerle birlikte, birçok Batılı ve “bizdeki” Batıcı aydını etkilemiş görünüyor.

Ama o da “Doğu” içerisinde sayılacak olsa da, genelde Afrika, özelde ise Mağrb’in, kendine özgü durumların, başlı başına bir şeylere işaret edecek olsa da, verili dünya ölçeğinde pek de kesinlikli bir sonuç vermesi mümkün olmamıştır.

Coğrafyanın, kader ile var olan ilişkisine bakıldığında, ortada varit olduğu söylenen şeyin doğruluk derecesi, işe Marksist felsefe açısından ve ona uygun olduğu düşünülen doneler üzerinden yüründüğünde belki kabul edilebilir.

Bunun yanında, içerisine doğulan ortamı tamamen kabullenen, onu, “ortada yanlışlık varsa eğer” bunları görmezden gelen; eskiden tevarüs edilen alışkanlıkları atmak, değiştirmek istemeyen, mevcuda uyan toplumların ve fertlerin zamanla oluşan ve “kemikleşen” anlayışları göz önünde bulundurulduğunda, coğrafyanın kader olmadığı, ama öyle telakki edildiği görülecektir.

Bunların yanında, bir de tamamen var olan mevcut durumu içselleştirmeden, o şartları aşma şartıyla, var oldukları için onlardan azami oranda yararlanmaya çalışma düşünce ve eylemi dikkatlice incelendiğinde, coğrafyanın kader olmadığı da kendiliğinde anlaşılmış olacaktır.

Esas olan, coğrafyanın, “aşılmaz” bir kader olmadığı, içerisine doğulan ortamın –eğer varsa- doğru taraflarıyla birlikte, ona arız olan donelerin aşılması, yenilenmesi ve bu alkışın devam ettirilmesi olmalıdır.

Başa dönersek; eğer, o da tekitli bir şekilde üzerine basa, basa belirtilen “coğrafya kaderdir” yaklaşımının tezahür eden iki tarafının var olduğunu söyleyebiliriz;

Klasik dönem açısından, Endülüs tecrübesinin acılı sayfalarının hâl dili içerisinde sürekli okunduğu bir coğrafyada, kendine ve elde kalan topluma ve devlet’e çıkış yolu arayan bir kişinin, o ortamın şartlarında elde ettiği sonuçların mutlaklaştırılması…

Bir de, bir nevi kelebek etkisi sonucu, hemen her şeyi materyalist temelli diyalektik bir okuma biçimiyle elde etmeye çalışan, Allah’ın tabiata ve fıtrata yerleştirdiği yasaları salt cansız olan tabiata(doğa) atfetme bedbahtlığı içerisinde bulunan modern aklın temelsizliği ve hakikatsizliği söz konusu.

Coğrafyanın bir realite olduğu, ama her şey demek olmadığı düşüncesi üzerinden yürüdüğümüzde, yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere, içerdiği doğrularla birlikte, var olan, muhtemelen bir kısmı da yanlış donelerin, onların yerine ikame edilecek olan doğrular üzerinden aşılıp, onun “mutlak” kader olmaktan çıkması durumun zikrettiğimiz aşılmaya da katkısı olacaktır.

Buna bakarak, İslam öncesi Arap toplumunun durumu ile bin dört yüz yıllık süreçte Arap toplumunun şimdiki durumuna göz atıldığında, arızî olan ve onları çöle mahkûm eden anlayışın peyderpey aşılmasının imkânının gözden kaçırılmamasının önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Keza, Orta Asya(Türkistan) bozkırlarında, şehir hayatı ile birlikte, göçebe hayatını da tecrübe emiş bulunan Türk boylarının, İslam’ı kabullenmesinin bir sonucu olan devlet ve askeri güç dengesinde eskisini aratmayacak oranda yeni bir dünyanın temellerini atmaları da aynı minvalde değerlendirilebilir.

Bu klasik örnekleri de aşacak oranda, o da aydınlanma felsefesine bağlı olarak gerçekleşen ve Orta Çağın karanlıklarında yaşayan Avrupa’nın, sanayi devrimi ile birlikte, üretim alanında hammadde arayışlarının sonucu oluşan sömürgeciliği; onları, içerisinde debelendikleri durumu tamamen değiştirmiş ve onları eskisiyle kıyaslanmayacak oranda değişime sevk etmişti.

Bunun yanında, adeta “coğrafya kaderdir” anlayışı içerisinde yaşadığı halde, sömürgecinin kendisine –kendisi tarafından istenmeyecek olsa da- yeni bir hayatı dayatması sonucu, onun kaderi de, büyük bir ihtimalle “değişmeyen tek şey değişimidir.” mottosu gereği değişmiş bulunmaktadır.

Bu durumu, İbn Haldun’un görmesi ve hele, hele kendi çağından bakarak öngörmesi mümkün olmamakla birlikte, doğa yasalarını seküler temele oturtma suretiyle ilahi yasaların yerine ikame eden materyalist/Marksist çevrelerin bu yanlıştan dönmemiş olmamaları garip ve garip olduğu kadar da batıl bir noktaya işaret etmektedir.

Kısacası, ister olumlu, isterse de olumsuz anlamda düşünülsün; değişim kaçınılmaz bir gerçekse ve değişmeyecek tek şey bizzat kendisi olacaksa, coğrafyanın, içerisinde bulundurduğu maddi(insan, madde) ve manevi unsurların kader olma durumları da bir realite olmakla birlikte geçicidir.

NOT: Bu vesileyle Farklı Bakış’ın değerli takipçileri ve okurlarının idrak ettikleri kurban bayramını kutlar, nice hayırlara vesile olmasının yüce Mevla’dan dilerim.7

 

Kaynak: Farklı Bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —