İnançlı-inançsız, zengin-fakir, doğulu-batılı, beyaz-siyah bütün insanların ana gündemi haline gelen, çaresizliklerini ve acizliklerini itiraf etmek zorunda bırakan bir musibetle karşı karşıyayız. Evet, bu bir musibettir. Çünkü; Tam da dünyanın bir köy haline geldiğinden söz edilmeye başlandığı bir dönemde bütün ülkelerin sınırlarını ve kapılarını başka ülkelere kapatmasına, ulaşımın nerdeyse durma noktasına gelmesine neden olan bir musibet.
Ekonomik gücün ve gelişmişliğin, gayr-ı safi milli hâsılanın yüksekliğinin, refah seviyesinin hiçbir şey ifade etmediğinin anlaşılmasına neden olan bir musibet.
Baş döndürücü teknolojik gelişmelerin yaşandığı, yapay zekânın etki ve egemenliğinin konuşulduğu, tıp dünyasındaki başarıların zirve yaptığı, kısacası insanın kendi bilgi ve gücüne tapmaya başladığı bir dönemde ancak mikroskopla görülebilen bir virüsün insanlığa diz çöktürdüğü bir musibet.
Karnı tok, sırtı pek ve güven içinde ölmemek üzere plan yapan insanların ölüm korkusuyla her gününün kâbus olmasına ve daha önce yemeye tenezzül etmediği gıdaları bile açlık endişesiyle stoklamasına neden olan bir musibet.
İnsanların en yakınlarıyla bir araya gelmelerine ve vefat eden en sevdiklerine bile dokunmalarına engel olan bir musibet.
Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’nin tarihte ilk defa bu kadar uzun bir süre tavafsız, duasız ve cemaatsiz kalmasıyla Müslümanların kahrolmasına neden olan bir musibet.
Evet, dünyayı tehdit eden bu salgın bir musibettir. Ancak bu musibet, genelde insanların, özelde Müslümanların işledikleri günah, isyan ve zulümlerinin bir karşılığı/bedeli midir? Olabilir. Ancak kesin olarak bu tespiti yapabilmek insanın bilgisini ve gücünü aşan bir durumdur. Çünkü Allah’ın insanlığı maruz bıraktığı musibetler, işlenen zulümlerin karşılığı bir ceza olabileceği gibi imtihan amaçlı da olabilir. Hatta Allah’ın kâinata yerleştirdiği yasasının (sünnetullah) bir gereği de olabilir. Unutulmamalıdır ki bir yaprak bile Allah’ın bilgisi dışında düşmeyeceği (En’âm 6/59) gibi Allah’ın izni olmadan hiç bir musibet de başa gelmez (Teğâbun 64/11). Bu itibarla hangi sebeple olursa olsun insana düşen, karşılaştığı musibet(ler)i, rabbi ile olan ilişkisini gözden geçirmesine, farkına vardığı yanlışlarından dönmesine vesile kılmasıdır.
Allah’ın Cezası Olarak Musibetler
Kur’an’da helak edilen birçok kavimden söz edilir. Bu kavimlerin helak nedeni sadece küfürleri ve elçilerin getirdiği mesaja inanmamaları değildi. Diğer bir ifadeyle hiçbir kavmin helak nedeni sadece inkârları değildi. Helak nedenleri, ya çok günah işlemeleri ve günahı/isyanı alışkanlık haline getirmeleri (En’âm 6/6), ya zulmetmeleri (Yûnus 10/13, Kehf 18/59) ya da varlık, imkân ve refahtan dolayı şımarıp azgınlaşmaları idi (Kasas 28/58).
Yine helak edilen bu kavimlerin helak şekilleri incelendiğinde görülecektir ki helak edilen hiçbir kavim, neredeyse daha önceki kavimlerin maruz kaldığı helak şekillerinden birisi ile değil, akıllarına bile gelmeyen yeni ve farklı bir azap şekli ile helak edilmiştir. Nuh kavmi tufan ile (Hûd 11/40-44), Âd kavmi yedi gece sekiz gün devam eden rüzgâr/kasırga ile (Hakka 69/6-7), Semûd kavmi ses/gürültü (Hûd 11/67 Hakka 69/5) ve sonrasında yaşanan sarsıntı ile (A’râf 7/78), Lût kavmi taş yağmuru ve beldelerinin alt üst edilmesiyle (A’râf 7/84, Hûd 11/84), Medyenliler/Eykeliler gölge yapan bulutların arasından çıkan ateş (Şuarâ 26/189), ses (Hûd 11/94) ve sarsıntı ile (A’râf 7/91), Firavun ve ordusu denizde boğulmakla (Bakara 2/50, Enfâl 8/54) helak edilmişlerdir. İsrailoğulları ise, farklı zamanlarda gönderilen tufan, çekirge, haşerat, kurbağa istilası ve bütün sularının kan haline dönüştürülmesi suretiyle cezalandırılmışlardır (A’râf 7/133).
Buna göre insanların işledikleri günahlar ve zulümler (bireysel günah ve zulümlerden ziyade, toplumun geneli tarafından işlenen ve kanıksanan günah ve zulümler), karşı koymakta aciz kalacakları felaket ve musibetlere sebep olabilir. Ayrıca karşılaşılan felaket ve musibetlerin, daha önce hiç benzeri görülmemiş ve yaşanmamış, dolayısıyla tedbir alarak üstesinden gelme imkânı olmayan türden de olabileceği unutulmamalıdır.
İnsanların işledikleri günahlar ve zulümleri sebebiyle Allah’ın dünyada iken cezalandırması konusunda şu iki husus birlikte değerlendirilmelidir: 1. İnsanların işledikleri günahlar ve zulümler cezalandırma nedenidir, (her cezalandırmanın işlenen günah ve zulümler nedeniyle olduğunu söyleyemeyiz, çünkü imtihan amaçlı bir cezalandırma da olabilir) 2. İşlenen günah ve zulümlerin cezası hemen verilmeyebilir, Allah’ın belirlediği süreye kadar ertelenebilir.
Bu iki hususun bir arada zikredildiği âyetlerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah, zulmetmeleri sebebiyle insanları dünyada hemen cezalandıracak olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Bu nedenle hemen cezalandırmaz da belirlenmiş bir zamana erteler. Zamanı gelince de bir an bile geciktirilmeyeceği gibi öne de alınmaz.” (Nahl 16/61)
“Eğer Allah, işledikleri günahlar sebebiyle insanları dünyada hemen cezalandıracak olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Bu nedenle hemen cezalandırmaz da belirlenmiş bir zamana erteler. Zamanı gelince de gereğini yapar. Çünkü Allah kendi kullarını görendir.” (Fâtır 35/45)
“Rabbin çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Eğer Rabbin işledikleri günahlar sebebiyle onları dünyada cezalandıracak olsaydı, hiç şüphesiz onlara hemen azap ederdi. Oysa onlar için belirlenmiş öyle bir zaman vardır ki o gün geldiğinde onlar Allah’ın azabından kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklar.” (Kehf 18/58)
Son âyette de ifade edildiği gibi, Allah’ın işlenen günah ve zulümler nedeniyle insanları hemen cezalandırmamasının ve belli bir mühlet/süre vermesinin nedeni, “çok bağışlayıcı, çok merhametli” olmasıdır. Çünkü kullarının gizli-açık bütün hallerini bilen ve gören Allah, imhal eder/mühlet verir ama asla ihmal etmez.
İlk iki âyette geçen ve canlı diye çevrilen “dâbbe – دابّة” kelimesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Aslında bu kelime, yeryüzünde bulunan insanların dışındaki diğer canlılar için kullanılır. Özellikle bu kelimenin kullanılmasından anlaşılmaktadır ki, insanların işledikleri zulüm nedeniyle diğer canlıların bile yok olması söz konusu olduğuna göre zalimlerin de öncelikle yok olacağı öncelikle anlaşılmaktadır. Çünkü bütün canlılar insanların faydası için yaratılmışlardır (İbn Âşûr, Nahl 61. âyetin tefsiri). Bu itibarla insanların yaptıkları zulüm, kötülük, haksızlık ve yanlışlar sebebiyle diğer canlıların da zarar göreceği, dolayısıyla ekolojik dengenin bozulmasına neden olabilecek bütün girişimlerin, aslında insanlığın felaketine zemin hazırlayacağı da unutulmamalıdır.
Allah’ın Yasası ve İmtihan Olarak Musibetler
Allah’ın tarih boyunca insanları maruz bıraktığı, bütün zamanlar için de geçerli olan imtihan amaçlı bela ve musibetler ile ilgili süreç şu iki pasajda özetlenmektedir:
“Sizden önceki toplumlara da mesajımızı ileten elçiler gönderdik ve onları, âciz olduklarını anlayarak Allah’a yönelip yalvarsınlar diye yoksulluk ve hastalık gibi sıkıntılara uğrattık. Fakat onlar, başlarına bu belalar geldiği zaman bile bize yalvarıp yakarmadılar. Aksine kalpleri kaskatı kesildi ve şeytan da yaptıkları işleri kendilerine güzel gösterdi, (kötülüğü alışkanlık hâline getirdikleri için kötülüğü iyilik saymaya başladılar.) Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında Biz de onları denemek amacıyla bütün nimet ve refah kapılarını ardına kadar açtık. Sonunda kendilerine verilen bu nimetler yüzünden şımardıkları ve hiç beklemedikleri bir anda onları öyle bir cezalandırdık ki bütün hayalleri, ümitleri boşa çıktı.” (En’am 6/42-44)
“Biz hangi beldeye bir nebi/dâvetçi gönderdiysek, mutlaka o ülke halkını, âciz olduklarını anlayarak Allah’a yönelip yalvarsınlar diye yoksulluk ve hastalık gibi sıkıntılara uğrattık. Bir süre sonra bu kötü durumu kaldırıp, onun yerine güzellikler (zenginlik ve sağlık) veririz. Nihâyet, refah seviyeleri iyice yükselince yavaş yavaş azgınlaşmaya başlayarak, “Atalarımız da zaman zaman böyle sıkıntılı ve sevinçli anlar yaşamışlardı. (Demek ki bu olaylar ilâhî bir uyarı veya imtihan değil, tamamen tesadüflere bağlı olarak her zaman yaşanan tabiat olaylarıymış!)” derler. Bunun üzerine, hiç beklemedikleri bir anda onları ansızın cezalandırdık.” (A’râf 7/94-95)
Yukarıdaki iki âyette de geçen “el-be’sâ: الْبَأْساء”, açlık, kıtlık, yoksulluk gibi malî ve ekonomik sıkıntılar; “ed-darrâ: الضَّرَّاء” ise hastalık gibi bedensel sıkıntılar anlamındadır. (bak. Zemahşerî, el-Keşşâf; İbn Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz, En’âm 42. âyetin tefsiri)
Bu âyetler ışığında bela ve musibetler ile ilgili süreç şöyle işlemektedir:
- Allah Teâlâ, bela ve musibetlerle imtihan ettiği insanların/Müslümanların, kendi acizliklerinin farkına varmalarını ve Allah’a boyun eğerek yalvarıp yakarmalarını istemektedir.
Bilindiği üzere Allah Teâlâ insanları korku, açlık, can, mal ve ürünlerin eksiltilmesiyle imtihan edeceğini bildirdikten sonra bu zorluklara maruz kalıp sabredenlerin kazançlı olacağını (Bakara 2/155), musibetler dokunduğu zaman Müslümanın teslimiyetinin ve sabrının göstergesinin ise “biz her şeyimizle Allaha aidiz ve dönüşümüz de O’nadır” (Bakara 2/156) demesi olduğunu haber vermektedir. Bu ifade sadece birisinin vefat ettiğinin duyulması üzerine söylenmesi gereken bir ifade değil, Müslümanı üzen ve sıkıntıya sokan her olay sırasında akla gelmesi gereken ilk cümleler olmalıdır.
Aslında her iki âyette geçen ve Türkçeye “yalvarmak/yakarmak” olarak çevrilen “tazarru’” kelimesinin kullanılması da dikkat çekicidir. Çünkü deve veya koyunun süt dolu memesi anlamındaki “ضَرْع” kelimesi ile “تَضَرّع – tazarru” aynı kelimenin türevlerindendir (Isfehânî, el-Mufredât, “ض-ر-ع”). Bu anlam, hayvanın süt dolu memesi sarkarak yere doğru nasıl yakınlaşıyorsa kişinin yere kapanırcasına Allah’a yalvarması gerektiğini ifade eder. Buna göre kişi, Allah’a emir verir veya slogan atar gibi değil, yalvararak yakarak ve âcizliğini hissederek dua yapmalıdır.
Dua ve yakarış ile ilgili düzeltilmesi gereken ve toplumumuzda yaygın olan yanlışlardan birisi de sadece çaresizlik zamanlarında duaya ihtiyaç hissedilmesidir. Sadece bela, musibet ve sıkıntılı zamanlarında değil rahatlık ve bolluk zamanlarında da dua edilmelidir. Hatta sıkıntılı ve zor zamanlarda yapılan duaların kabulü, rahat ve kolay zamanlarda yapılan dualara bağlıdır. Bu konuda Allah Resulü (as) şöyle buyurmaktadır: “Sıkıntılı ve musibete uğradığı zamanlarda yaptığı duasını Allah’ın kabul etmesini isteyen kimse, rahat zamanlarında çok dua etsin.” (Tirmizi, “De’avât” 9) Doğrusu inananların dualarını inkârcıların dualarından ayıran önemli farklardan birisi de budur. Haddi zatında sadece müslümanlar değil, müşrikler bile sıkıntılı zamanlarında Allah’a yönelerek dua ederler:
“İnsanların başına bir sıkıntı geldiğinde, her şeyi unutarak yalnız Rab’lerine gönülden yalvarırlar; sonra Allah onlara kendi katından bir rahmet ve bolluk tattırınca, bir de bakarsın ki onlardan bir kısmı Rab’lerine ortak koşuyor ve böylece Allah’ın nimetlerine nankörlük ediyorlar.” (Rûm 30/33)
“Bir gemiye bindikleri ve kendilerini tehlikede gördükleri zaman bütün samimiyetleriyle yalnız Allah’a yalvarıp yakarırlar; sağ salim karaya çıkar çıkmaz da başkalarını O’na ortak koşmaya başlarlar. Böylece kendilerine verdiğimiz her türlü nimete nankörlük yapar ve dünyadaki hayatlarından zevk almaya devam ederler. Fakat günü gelince gerçeği öğrenecekler.” (Ankebût 29/65-66. Benzer âyetler için bak. En’âm 6/63, A’râf 189-190, Yûnus 12 ve 22, İsrâ 17/67, Lokman 31/32)
Dua ile ilgili yapılan diğer bir yanlış da, fiilî duanın ihmal edilerek sadece sözlü dua ile yetinilmesidir. Fiili dua, yaşanan sıkıntı ve zorluk hangi konuda ise o konunun gerektirdiği şekilde davranmak ve tedbirleri almaktır. Söz gelimi deprem felaketinden korunmak için dua etmeden önce bina ve yapıları usulüne uygun yapmak; salgın bir hastalıktan korunmak ve kurtulmak için dua etmeden önce koruyucu tedbirlere uymak, hatta hastalığın tedavisi için gerekli ilaçları yapıp üretmek; savaşta zafer kazanmak için dua etmeden önce savaşın gerektirdiği şartları yerine getirmek gerekir. Sadece sözlü dua ile sıkıntıların üstesinden gelinseydi Rasûlullah’ın (as) komutanlığını yaptığı öncü Müslümanlardan oluşan İslam ordusu Uhud ve Huneyn’de yenilgi yaşamazdı. Yapılan o kadar duaya rağmen Uhud’da yenilginin sebebi, savaşın gerektirdiği ve Rasûlullah’ın (as) belirlediği stratejiye uymamak (Âl-i İmrân 3/152-153); Huneyn’de yenilginin ve yeryüzünün onca genişliğine rağmen müminlere dar gelmesinin sebebi ise zafer için sayısal çokluğa güvenmek idi (Tevbe 9/25).
Bütün bunlarla birlikte haram ile beslenmenin, duanın kabulüne engel olduğu gerçeği unutulmamalı, haram yemekten pişman olup tövbe etmedikçe yapılan duanın bir değerinin olmadığı bilinmelidir. Çünkü Rasûlullah (as), Allah yolunda cihad yaptığı halde haram ile beslenen kimsenin örneğini vererek müslümanları uyarmaktadır:
“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak “yâ Rab, yâ Rab!” diye dua eder. Oysa onun yediği haram, içtiği haram, gıdası haramdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, “Zekât” 65; Tirmizî, “Tefsîru’l-Kur’ân” 3)
Sözün burasında yılan, çıyan, yarasa, fare ve bilumum böcek ve haşeratı yemekten daha vahim olan ve duanın kabulünü engelleyen asıl haramın faiz, rüşvet, haksız kazanç, kul hakkı yemek olduğunu özellikle belirtmeliyim.
- İnsanlar, kalpleri katılaştığı için bulundukları ortamda yaşanan bela ve musibetlere karşı duyarsız davranırlar ve kötülük/günah işledikleri halde iyilik yaptıklarını düşünür hale gelirler.
İnsanların kalplerinin katılaştığının en önemli göstergelerinden birisi, musibetlerle karşılaştıkları dönemlerde tazarru ile duaya yönelmeleri, “acaba bela ve musibetin gelmesine neden olacak hangi yanlışları yaptık?” diye kendilerini sorgulamaları gerekirken hiçbir şey olmamış gibi davranmaları, önceden yapmayı alışkanlık haline getirdikleri işleri yapmaktan vazgeçmemeleridir. Dahası -salgın hastalığın dünyayı kasıp kavurduğu bu dönemlerde olduğu gibi- işi mizaha dökmeleri, adeta yaşanan musibetle alay etmeleri, alkış ve ıslık seanslarıyla kendilerini tatmin etmeleridir.
Böyle bir süreçte şeytanın, işlenen günahları insanlara süslü göstermesinin, diğer bir ifadeyle, kötülüğü/günahı alışkanlık hâline getiren insanların kötülüğü/günahı iyilik saymaya başlamalarının nedeni Zuhruf suresinin 36-37. âyetlerinde şöyle bildirilmektedir:
“Kim Rahmân’ın Zikri’ni/Kur’an’ı görmezlikten gelirse, biz insanlardan olan bir şeytanı ona arkadaş yaparız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin hâlâ doğru yolda olduklarını sanırlar.”
- Bela ve musibetlerden ders almamakta ısrar eden toplumlara, Allah her türlü nimet ve güzelliklerin kapılarını öyle açar ki, yaşadıkları sıkıntılı günleri unutur ve bununla şımarmaya başlarlar.
İnsanların isyan ve günahlarına rağmen istedikleri refah ve bolluğa sahip kılınmaları da helake doğru götüren farklı bir imtihan şekli olarak tecelli etmektedir. Rasûlullah’ın (as) ifadesiyle “Allah, kendisine isyan etmesine rağmen bir kuluna, hoşuna gidecek nimetlerini verdiğini görürseniz, bunun helake doğru bir gidiş olduğunu bilin.” (Ahmed b. Hanbel, 4/145)
Bu yönüyle bolluk ve bereket içinde olmak, Allah’ın razı olacağının işareti olmayabilir. Hatta kimi zaman Allah’a yaklaştırmaktan ziyade uzaklaştıran etkisi de olabilir. Nitekim Rasûlullah (as), ashabıyla birlikte iken Mus’ab b. Umeyr’in geldiğini görünce, onun Müslüman olmadan önceki mureffeh hayatı ile Müslüman olduktan sonra yaşadığı yoksulluğu hatırlayıp hüzünlenmiş ve ashabına şu uyarıda bulunmuştur: “Sizden biriniz akşam bir elbise, sabah bir elbise giydiği zaman, sofraya yemeklerin biri kaldırılıp biri konulduğu zaman, evlerinizi Ka’beyi döşer gibi döşediğiniz zaman haliniz ne olacak?” O sırada bunlara sahip olmak şöyle dursun, hayal bile edemeyen Ashabın “Ey Allah’ın Rasûlü o gün biz, bugünkü halimizden daha iyi oluruz, böylece geçimimizi temin etmiş ve kendimizi ibadete vermiş oluruz” demesi üzerine Rasûlullah (as) şöyle buyurdu: “Siz, bu günkü halinizle, o günkünden daha iyisiniz.” (Tirmizi, “Sıfatu’l-Kıyame” 35)
Bu nedenledir ki “Allah bir kimseye dünyada bir bolluk verecek olursa, o da bu bolluk ile kendisine karşı bir imtihanın olabileceğini düşünmezse, mutlaka ameli azalır. Allah, eğer bu dünya nimetlerini bir kimseye vermeyip kısar da o kimse bunun dünyada kendisi için daha hayırlı olduğu kanaatine sahip olmazsa, yine mutlaka ameli azalır.” (Hasan el-Basri)
Diğer taraftan Kur’an, güven ve huzur içinde olmayı Allah’ın verdiği nimetlerin kadrini bilmeye, açlık ve korku içinde bir hayat yaşamayı ise nimetlerine nankörlük yapmaya bağlamaktadır:
“Allah size şöyle bir memleketi misal olarak veriyor: Güven ve huzur içinde yaşayan bir halkı vardı. Rızıkları her taraftan bol bol geliyordu. Hal böyle iken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, Allah da onlara, alışkanlık haline getirdikleri kötülüklerinden dolayı her tarafı kuşatan bir açlık ve korku azabını tattırdı. (Açlık ve korku, onları elbise gibi kuşattı).” (Nahl 16/112)
Âyetin verdiği mesaj çok nettir: Allah’ın mesajlarına bilerek karşı çıkmak, insanların başına sadece ahirette değil, bu dünyada da vahim felaketler açar. Temellerini, ahlakî ve toplumsal ölçülere dayandırmayan hiçbir toplum, bu dünyada, güven ve refah içinde yaşamayı beklememelidir.
Azap olarak her tarafı saran bir açlık ve korkunun yaşanacağını hatırlatan âyetin ardından, Allah’ın verdiği helal ve temiz rızıklardan yemek suretiyle Allah‘ın nimetlerine şükretmek gerektiğinin bildirilmesi, sonra da sakınılması gereken bazı haram yiyeceklerin sayılması dikkat çekicidir. (Nahl 16/113-116)
- İnsanlar, yaşadıkları bela ve musibetleri Allah’ın bir imtihanı olarak okumak yerine geçmişte atalarının da benzerini yaşadığı sıradan olaylar şeklinde değerlendirerek bunları tamamen tesadüflere bağlarlar.
Bütün olayları görünen boyutuyla değerlendiren, arka planı ve ilahî kudreti hesaba katmayan insanların “atalarımız da zaman zaman böyle sıkıntılı ve sevinçli anlar yaşamışlardı” şeklindeki ifadeleri, iyilik ve kötülüğün, bolluk ve sıkıntının, nimet ve felaketin Allah ile ilişkisinin olmadığı anlayışına işarettir.
Yaşanan her deprem felaketinde, depremin nedenlerini gaz birikmesi veya fay hattının kırılmasına bağlayan bilimsel açıklamalarda Allah’ın hiçbir şekilde zikredilmemesi, salgın hastalıkların bütün dünyayı çaresiz bırakmasına rağmen ilahî müdahalenin hiçbir zaman göz önünde bulundurulmaması, ebeveynlerin çocuk sahibi olamamasının sadece biyolojik nedenlere bağlanarak açıklanması, hatta günler ve aylar sonrasının hava tahmin raporları verilirken havanın da rabbi olan Allah’ın izninin yok farz edilmesi aynı anlayışın yansımasıdır. Elbette bu ve benzeri konuların tamamında bilimin ortaya koyduğu kesinleşmiş verileri dikkate almak hem insani hem İslamî bir zorunluluktur. Burada kastettiğimiz husus, mesela fay hattının konumunu, biriken gazların miktarını ve depremin şiddetini ayarlayan; dünyanın dengesini alt üst eden bir virüsün etki alanını belirleyen; milyonlarca sperm içinde çocuğun oluşumunu sağlayan sperme yol gösteren veya engel olan; yağmur, kar ve dolunun yağacağı miktarı ve yeri belirleyen bir kudretin varlığının telaffuz edilmemesidir.
- Sonunda işlerinin yolunda gittiği, dolayısıyla hiçbir olumsuzluk beklemedikleri bir zamanda bütün ümitlerini ve hayallerini boşa çıkaracak olan Allah’ın azabıyla karşı karşıya kalırlar.
Aslında öncül uyarılarının yapıldığı, adım adım yaklaşan ve “geliyorum” diyen bir azap vardı. Fakat insanların aymazlığı nedeniyle ansızın geldiği zannedilen bir azap söz konusudur.
İşte bu gün, inançlı-inançsız ayrımı yapmadan bütün insanlığı çaresiz bırakan bu küresel salgının ne anlama geldiğini bu çerçevede değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Yaşananlar, işlediklerimizin cezası mı? Olabilir. Ama işlediğimiz hangi zulümlerimizin veya ne zaman işlediklerimizin bedelidir? Bunu tespit etme imkânımız yok. Ama kesin olan bir şey vardır ki, o da, yaşananların bir imtihan olduğudur. Kazananı ve kaybedeni ortaya çıkaracak bir imtihan.
Bu imtihanın, Müslümanların inanç ve ibadetlerini olumsuz etkileyen bir tarafının olduğu da muhakkaktır. Bu yönüyle hem darlıkta hem bollukta, hem kolay hem zor zamanlarda Allah’a kulluktan taviz vermeden yaşayan Müslümanları hüzünlendiren ve kedere boğan bir süreç yaşanmaktadır. Ancak İslam’ı sadece belli zaman ve mekânlarda uygulanacak bir din olarak gören, menfaatleriyle örtüştüğü kadarıyla “dindar” olan, rahat dönemlerinde başka ilahlara boyun eğerken sadece çaresiz kaldığı dönemlerde tek Allah’a yönelen sözde Müslümanların hüzün ve kederi de konjonktürelden öteye geçmeyecektir. Bunu biraz daha açarsak;
Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevinin tarihte ilk defa bu kadar uzun süre Müslümansız ve cemaatsiz kalması mı Müslümanları kahrediyor? Neden kahretsin ki? Gez(diri)ilecek yerlerin listesiyle ve konaklanacak otelin bilmem kaç yıldızlı olacağı vadiyle seyahat reklamı yapılan, turistik seyahate dönüştürülen hac ve umre ibadetinin yapılamaması mı? Selfi çekip sevdiklerine fotoğraf ve video göndermekten dolayı huşu ve ihlâstan yoksun bırakılan tavaf ve sa’yin olmayışından, Allah’a arz etmekle yetinilmeyip başkalarının görmesi sağlanarak gösteriye dönüştürülen ibadet şeklinden mahrum olmak mı? Milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği bir organizasyonda ümmet şuurunu canlandırmak yerine daha ziyade her ülkenin milli takım(!) edasıyla hareket ettiği, dünya Müslümanlarıyla bir araya gelmenin nerdeyse imkânsız hale getirildiği hac ibadetinin yapılamaması mı hüzünlendiriyor? Mesaiye veya işe geç kalırız düşüncesiyle birkaç dakika uzamasına tahammül edilmeyen hutbelerden mahrum olmak mı, huşu ve tefekkür ile dinlemek yerine telefonlarla meşgul olmakla geçirilen en kıymetli Cuma saatlerinden mahrum olmak mı?
Çoğu zaman ruhsuz hutbeler nedeniyle Cuma namazına gelmek ile gelmemenin farkının olmadığı bir Cuma namazından mahrum olmak mı, ya da beş vakit namaz kılmadığı halde Müslüman olduğunu hatırladığı Cuma namazından mahrumiyet mi? Bir taraftan lüks otel salonlarıyla restoranlarda düzenlenen, sadece karnı tok olanların çağrıldığı sözüm ona iftar sofralarıyla gösteriye ve ziyafet sezonuna dönüştürülen, diğer taraftan eğlence ve etkinliklerle ruhsuzlaştırılan ramazanların -muhtemelen- yaşanamayacak olması mı? Yıllardır okunduğu halde okuyanların ve takip edenlerin hayatında hiçbir olumlu değişiklik sağlamayan birlikte yapılan mukabelelerin olmadığı ramazanları geçirmek mi? Hangi camide daha hızlı kılınıyorsa oranın tercih edilmesine neden olan teravihlerden yoksun ramazan gecelerinin olmayacağı endişesi mi? Şeker ve tatlı bayramına dönüştürülen ramazan, kavurma ve kebap şölenine dönüştürülen kurban bayramlarındaki şenlikten mahrumiyet mi?
Gerçekten hüzünlenen ve gözyaşı döken, Müslüman kardeşleriyle yeniden bir araya geleceği günlerin hasret ve özlemiyle tutuşan Müslümanlara rabbim sabır ve metanet versin, umduklarına selametle nâil eylesin!
“Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik, zulmettik; kusurlarımızı bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kesinlikle kaybedenlerden oluruz!” (A’râf 7/23)
“Rabbimiz! Günahlarımızı, iş ve davranışlardaki aşırılıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı hak yolda sabit kıl ve kâfir topluma karşı bize yardım et!” (Âl-i İmrân 3/147)