Ezana beş dakika var. Cami yakın yetişirim. Misafirler yabancı değil, müsaade almaya gerek yok. Hem sonra buna alışıklar, ilk defa şahit olmuyorlarki. Namaza gidiyorum demesem kimse 'Nereye gidiyorsun?' bile demez.
Merkezi sistemle okunan akşam ezanı bitti fakat görünürde ne hoca var ne cemaat. Her zaman ışıl ışıl olan cami bu akşam harabe şehirlerin metruk mabetlerini andırıyor. İçerisi karanlık. Tek bir lamba yanmıyor. Neyse ki imam efendi giderken yerden ısıtmanın şalterini indirmeyi unutmuş; mihrabın önündeki sıcak halıların üzerinde öylece dikilip beklemeye başlıyorum. Avrupa'daki kiliseler takılıyor hayalime, hayıflanıyorum. Bizim camilerin ilk defa yaşadığı bu hüznü onlar yıllardır yaşıyorlar.
Yemek ve çay faslından sonra misafirler gitmeye hazırlanıyor. Biliyorum, onların kalkması yarım saati bulur. Vakit yaklaştı. Kısa süren tereddütün ardından yatsı için yazı tura atıyorum 'Gitme' çıkıyor. Olmaz diyorum, yine de ben gideyim. Çağrı karşılıksız kalmasın, belki bir gelen olur.
Ortadaki avizeyi yakıp sünnetten sonra ellerim cebimde bir müddet dışarıyı seyrediyorum. Gözlerim kısılıyor. Şimal rüzgarına tutulmuş düştü düşecek söğüt yaprağı gibi titremeye başlıyor umutlarım. Yıldızlar yorganlarını başından atınca çaresiz farza geçiyorum.
Kandil gecelerindeki gibi bütün ışıkları yakmak üzere çıkıyorum alaca karanlıkta evden. Sabah ezanı okunmak üzere. Hava soğuk, dışarısı buz kesiyor. Gitti sandığımız zemheri sanki geri dönmüş. Burnumun direği sızlıyor, kabanıma sarılıyorum. Yerden ısıtmalı halıların hayaliyle sıklaştırıyorum adımlarımı.
Ayakkabılarımı son cemaat bölümünde çıkarıp kündekari kapıya şöyle ufaktan bir omuz atıyorum fakat heyhat, her zaman ufacık bir dokunmayla açılan kapı bu sefer karşımda duvar kesiliyor. Belli ki geç vakit hoca efendi gelip kapıyı kilitlemiş.
Olsun diyorum, buna da şükür. Namaz kılacak yer var ya, daha ne istiyorsun. Her sabah selamlaştığım bizim eli süpürgeli çöpçülerden biri az sonra damlar. Ben müezzin olurum o da imam. İki kişiyle de olsa caminin yüzünü güldürmüş oluruz. Boş kalmamış olur koca mabet.
Tam zamanında kapı gıcırtısı geliyor kulağıma. Arkama dönüp bakıyorum o. Başında koca bir kavuk sırtında derviş hırkasıyla mevlevi ayinlerinde görmeye alışık olduğumuz semâzen çelebilerden biri. Güzelim cenneti bize üç buğday tanesine sattıran hilekâr. Dert ortağım gibi 'Görüyorsun!' diyor mahzun bir çehreyle, 'Gelen giden yok. Bundan sonra sen de gelme!..'