Ümit AKTAŞ

Tarih: 17.02.2023 18:22

Bitmek Bilmeyen İmtihanlar

Facebook Twitter Linked-in

Hayat bir imtihan, bizim, biz insanlar için. Akıllıyız, düşünebilmekteyiz, imtihanlara uğramakta,  kararlar verebilmekte ve sonuçlarına da katlanmaktayız. Her zaman doğru kararlar verdiğimiz, yani meseleye özgü hakkıyla düşünebildiğimizi söylemekse mümkün değil. Bir yandan güzellikler ama zorluklarla da dolu, öte yandansa sınırlı ve koşullu bir dünyada yaşamaktayız. Dolayısıyla yapıp ettiklerimiz bu koşullara uyumlu olmak ve onu dikkate almak zorunda. Sözgelimi elimizde inşai olarak ahşap, taş, metal ve toprak gibi malzemeler var. Buna ilave olarak çelik, cam ve beton gibi malzemeler üretebilmekteyiz. Ancak şehirleşme biçimimiz nedeniyle birkaç katlı binalar yapmakla yetinmemekte, gökdelen yarışına da girmekteyiz. Evlerimizi yapmak için deprem açısından daha güvenli olan yamaçlar yerine giderek şehir hayatı için daha cazip ovaları tercih etmekteyiz. Bütün bu seçimler ve kararlar ise maruz kaldığımız imtihanların (deprem, sel…) sonuçlarını belirlemekte. Bunun doğrudan coğrafyayla, zenginlikle de ilgisi yok. Temel sorun aklımızı kullanabilmekle ilgili.

Kimileri deprem, savaş, iktisadi kriz gibi maruz kalınan kötülükleri işlenilen günahlara atfederken, kimileri ise akılsızca seçimler ve edimlere vermekte. Akılsızlık da bir günah sonuçta, hem de en büyük olanı. Sonuçta insan akletmekle yükümlü; bu ise onu özgür ve sorumlu kılmakta. Ama tutkuları ve arzuları da var ve her ne kadar seçimlerinin sonuçlarına katlansa da her daim aklı ve deneyimleriyle de karar ver(e)memekte. Dünyanın koşullarıyla mücadele ederken alnının akıyla çıkabileceği gibi tersi de olabilmekte. Güzellikler ya da iyilikler kimi kötülüklerle veya olumsuzluklarla sekteye uğra(tılı)rken, yaşanılanları çoğu kez imtihan olarak görmekteyiz. Kuşkusuz ki bir imtihan dünyasında yaşamaktayız. Yanlış kararlarımız ya da olumsuz davranışlarımız ayağımızı kaydırmakta veya başımızı belaya sokabilmekte.

Kuran kıssaları bu imtihanlardan söz ederken, buradan toplumların helakine/yıkımına dair dersler çıkarılır. Sonuçta seçilen örnekler temel bazı sosyolojik süreçlere işaret ederken, hayat bu süreçler üzerinden okunur. Kimi toplumlar ya da kesimler bu imtihanlardan alınlarının akıyla çıkarken kimileri de tarihten silinir. Kıssaların kritik noktalarına değindiği bu vakalar aslında uzun süreçleri kapsar ve yıkıma uğrayan toplumdan geriye yaşadıklarından dersler çıkaran ya da çıkaramayan insanlar ve deneyimleri kalır. Bu süreçler her ne kadar biçimsel anlamalarla doğrudan Allah’ın cezalandırması olarak okunsa da, ilahi cezanın dünyevi olmayacağını bilmekteyiz.

Bildiğimiz bir başka husus ise kâinatın oldukça incelikle yasalara tâbi olduğu. Doğal olayların kendilerine özgü işleyişinin ise kimi olumsuz neticeleri de var. Bu durumu, aklı ve deneyimi, kendilerine yöneltilen uyarıları dikkate almayanların hiç de hoşlanmadıkları sonuçlarla karşılaşmaları ise elbette ki büyük ölçüde kendi edimlerinin bir sonucu (karşılık/ceza). Çünkü sonuç olarak dünyevi bir kötülük ya da olumsuzluk yaşanmaktaysa bu doğrudan dünyaya dair koşullardan olabileceği gibi, bizim seçimlerimiz ve kararlarımızla da ilgili olabilir. Ve bu imtihanın sonuçları ister istemez doğrudan bu kötülükle ilgisi olmayanları da kapsayabilir. Çünkü onlar da ya bu kötülüklere yeterince karşı durmamakta ya da değiştiremedikleri bu koşulları terk (hicret) etmemektedirler.

Aslında bu kıssalar, tıpkı günümüzdeki gibi, aklını kullanan, hak ve adalete, bilime ve ahlaka göre davranan ya da tersi olan toplumlar ya da toplumsal kesimler arasındaki çelişkilerin ve farklılıkların anlatıldığı süreçler. Kimi toplumlarda zulüm, akılsızlık, ahlaksızlık veya sömürü uç noktalara değin gider. Zalim ve sömürücü bir sınıfın baskıları karşısında aciz kalan mustazaf kesimlerin gücü toplumsal olguyu değiştiremeyince, verili durumun baş edilemezliği ancak egemenleri de yıkıma uğratan bir doğal afet (sel, deprem, yangın, bulaşıcı hastalık…) ya da iktisadi veya siyasi bir toplumsal krizle (açlık, kıtlık, çevresel… bir felaketle) sonuçlanır. Toplumlar kendilerini iyilikle, güzellikle, akılla, deneyimlerine dayanarak değiştir(e)meyince bu değişim kötülükler yoluyla gerçekleşir ve maalesef tarih çoğu zaman olumsuzluklar üzerinden ilerler. Kuran ise yaşanılan bu süreçleri metaforik/alegorik bir dille, ikonografik bir anlatımla resmeder. Dolayısıyla uzun vadeye yayılmış olan hadiseler sanki anlık olaylar, uğratılan felaketlermiş gibi de anlaşılabilir. Oysa bu tarihsel örneklikler, yıkım getiren doğal ya da toplumsal olguların, toplumların kendi edimleri sonucu gelişen bir gidişatın buradan dersler çıkarılması gereken hikâyesidir.

Hayat ise bizim ikicil okumalarımızın çıkarımlarında olduğu gibi salt maddi ya da manevi olmayıp, bu yönlerin sarmallandığı bir bütünselliktedir. Daha doğrusu madde ve mana hayatın bütünlüğü içerisindeki akışın farklı yönleridir. Sözgelimi birine bir ikramda bulunurken ya da yardım yaparken bunu bir muhabbete binaen yaparız. Ancak bu muhabbet ve özveri içerisinde insanlaşabiliriz. Aksi halde yaptığımız bir iyilik (paylaşma) değil, kötülük (zehir zıkkım) olacaktır. İhtiraslarımız ya da akılsızlığımızla etrafa kötülük kadar kirlilik de saçabiliriz. Bir bina yapmaktan siyasete, savaştan barışa kadar tüm edimlerimizdeki seçimlerimizde maddilik kadar manevilik, iyilik kadar kötülük de sarmallanmıştır. Buna dair seçimlerimiz, kullandığımız malzemeden sözcüklere, davranış tarzımızdan paylaşma biçimlerimize, üretimden tüketime uyguladığımız yöntemlere değin sinmiş olan kimi sonuçlara doğru götürür bizi. Bu gidiş ise her kritik seçim ve kararımızla felakete ya da saadete doğru akabilir.

Etrafımızda akıp duran dünyanın koşulları üzerindeyse kayıtsız kalabileceğimiz gibi sorgulamalara girişebiliriz ve bu girişimler bizi koşulları iyileştirmeye götürebilir ve götürmelidir de. Bu konuda akla ve iradeye sahip olduğumuz halde değilmiş gibi davranmak, insanlığımızı inkârdır. Her zorlukla baş etmemiz ise mümkün olmayabilir. Yüzün üzerinde elementin bulunduğu bir dünyada yaşamaktayız ve düşünen bir canlıya doğru giden süreç bu sınırlı elementlerle inşa edilmiş bulunmakta. Biz de insanlar olarak ürettiğimiz gereçleri bunlarla imal etmekteyiz. Nasıl ki ahlaki değerlerimiz olmazsa toplumsal hayatı ayakta tutamazsak, demir de olmasaydı teknolojik imalatlarımızın birçoğunu yapamazdık. “Doğrusu elçilerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlar aracılığıyla doğru ile eğriyi ayırt edebilmeleri için değer ölçüleri verdik ki insanlar adaletle davranılabilsin. Bununla birlikte sağlamlığından çeşitli faydalar üretilebilecek olan demiri de indirdik. Ki Allah’a ve elçilerine yoldaş (yar ve yardımcı) olanlar ortaya çıkabilsin. Şüphesiz Allah güçlüdür, kudret sahibidir.” (Hadid,  25)

Yaşadığımız dünya Allah’ın yaratıcılığının eseri; bu yaratıcılık süreci insanla taçlansa da orada sona ermiş de değil. İnsan da kendi ölçeğinde nesneler kadar düşünceler üretmekte ve hatta yaratmakta. Tabi bu yaratıcılık, içerisinde var olduğu koşullara göreli. İnsanın olumlu edimleri ilahi yaratıcılıkla örtüşmekteyken, olumsuzlar ise buna mugayir olsa da insanın özgürlüğüne binaen ve yaşadığı imtihanla ilgili olarak serbest bırakılmışlığıyla ilgili. Dolayısıyla da her ediminin hem dünyevi hem de uhrevi bir karşılığı bulunmakta. Allah’ın Kuran’da kullandığı dil olumlu fiillerinde kendisini insanla örtüştürmekte. Mesela tartı için mizan/terazi verdik ya da demiri indirdik/verdik denmekte. Her ne kadar teraziyi yapan insan olsa da ona dair edimsel ve akli koşulları hazırlayan Allah’tır. Ama bunun da ötesinde insan yeryüzünde Allah’ın yoldaşı (dost, veli)’dır. Tabi ki beşeri düzeyde kalmaması ve insanileşmesi (kemâli) ölçüsünce.

İnsanileşmemiz olumlu, medeni toplumlar oluşturabilmemizle de ilgili. Bu ise öncelikle bize emanet edilmiş çevrede (tabiatta) ve bu çevreyle uyumlu yaşama alanları oluşturabilmemizle mümkün. Hep söylenir, betonarme kötü bir inşa biçimidir diye. (Bu konuda mesela rahmetli Turgut Cansever’in eserleri ve kitapları yanında mimar Çelik Erengezgin ve mimar Serkan Akın’ın konuşmalarına ve yazılarına bakılabilir.) Zira elimizde binlerce yılın deneyimini barındıran taş ve ahşap gibi doğal ve sağlam malzemeler var ve bunların maliyeti daha da düşük. Ayrıca çelik ve cam gibi malzemelerle de bu yapılar desteklenebilir. Öte yandan yine binlerce yılın insanlık deneyimi yerleşim yeri için yamaçları tercih etmiştir, ovaları değil; hele hele güzergâhları öteden beri belli olan fay hatlarını hiç değil. Oysa biz, yani bu ülkede yaşayanlar, bizzat kendi yaşadığımız depremlere karşı, sözgelimi Erzincan, Bingöl, Adana, Düzce, Adapazarı, Kocaeli depremlerine rağmen şehirlerimizi sağlam yamaçlara kaydırmak yerine yine dolgu topraklara ve fay alanlarına inşa etmekte ısrar ettik. Üstelik de tarımsal alanları betonarme yığınlarıyla işgal ederek. Ve oralara depreme dayanıklı olmayan çok katlı binalar yaparak ve hatta bunlarla iftihar ederek.

Kuşkusuz ve açık bir biçimde işte bunlar birer imtihandır ve bizler akılsızlığımız ya da akılsızlara tabiliğimizle -ki bu da bir akılsızlıktır-, bu imtihanlarda hep kaybettik. Oysa bizden çok daha kötü ve sınırlı şartlarda yaşayan Japonlar ve benzeri ülkeler bu tip imtihanlardan alınlarının akıyla çıkmaktalar. İşte burada imtihanın maddi bir olgu ve bir helak edilme meselesi yönüne gelebiliriz. Zira bizim eğri, başkalarının ise doğru seçimler yapması akıllarını kullanmakla, deneyimlerinden ders çıkarabilmekle, toplumsal ve zihinsel değişime açık olabilmekle ilgilidir. Dolayısıyla sonuçlar da yaşanılan sosyokültürel süreçlerin doğru değerlendirilmesiyle, doğru çıkarımlarda ve doğru edimlerde bulunulmasıyla ilgilidir. Yaşanılan bu süreçlerin sonucunda ise ya helak olunacak ya da kurtulunacaktır. Allah ise yollar gösterse (akıl, vahiy) de, “bir toplum kendisini değiştirmediği sürece o toplumu değiştirecek değildir”. (Rad, 11)

Bir toplum olarak maalesef yaşadığımız farklı imtihan biçimlerinde (savaşlar, depremler, siyasal ve iktisadi krizler gibi süreçlerde) çoğu kez doğru ve olumlu kararlar alıp seçimler yapabilmekte değiliz. Bu ise toplumumuzu maddi olduğu kadar manevi olarak da sarsmakta ve tüketmektedir. Koşullarımızı bir türlü iyilikten ve doğruluktan yana bükememekte, birlikte düşünme (şûra, istişare, müzakere…) ve birlikte eyleme (cemaat, şirket, kooperatif, sendika, demokrasi…) süreçlerinde bir türlü o kritik eşiği aşamamakta ve hatta birbirimize çelmeler takmaktayız. Üstelik bu konularda dindarlarımızın sekülerlerden, Batıcılarımızın Doğuculardan pek de farkı yok.

O halde gelin yaşadıklarımızdan ders alalım ve henüz vaktimiz varken siyasal veya kültürel hesaplaşmaların cenderesinden, öteki kurtulacaksa ben de kurtulmayayım mantığından çıkarak birlikte düşünme ve eylemeye, birikimlerimizi ve deneyimlerimizi paylaşmaya karar vererek sorunlarımızı şiddete ve savaşa dayanan, aklı ve deneyimi umursamayan yol ve yöntemlerle çözme alışkanlıklarından vaz geçerek sonuçta tümümüzü helake doğru sürükleyen bu gidişattan çıkma yolunu birlikte arayalım. Toplumla devlet arasındaki o kritik dengeyi koruyamadığımız ve tüm yatırımlarımızı devlete yaptığımız, sonuçta da güçlü sivil toplum ağlarına, özerk cemaatlere ve kuruluşlara sahip olmadığımız için devletin de çuvalladığı bir zihniyetten, bir türlü aklını kullanmayı beceremeyen şu basiretsizliklerden kendimizi kurtaralım. Aksi halde korkarım ki bu gidişle sonumuz Kuran kıssalarında sözü edilen toplumların helakinden (felakete ve yıkıma uğramalarından) pek de farklı olmayacak (olmuyor da zaten).

 

Kaynak: Farklı Bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —