Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Bir Sol Macerası

Yusuf Yavuzyılmaz'ın "yeni" yazısı...


Evrim Alataş’ın “Her Dağın Gölgesi Denize Düşer” adlı eseri, ülkemizde yaygın ve köklü sorunlara bir fotoğraf sunuyor. Bu sorunların başında devletin Alevi etkinliğinin kırılması için yaptığı düzenlemeler geliyor. “Köyde yaşanan ilk anlaşmazlık yine İslam tarihinin en büyük sorun alanıyla doğrudan ilgili. Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bir köye Sünnilerin yerleştirilme çalışmasının doğurduğu gerginlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan çatışma, Alevi-Sünni gerginliğin zeminini oluşturuyor. Zaman zaman çatışma çıkan anlaşmazlık sürecinde Akçadağ’a özgü kültürel özellikler de anlatılıyor. Bunlardan biri de Akçadağ’a özgü, taşın ana silah olarak kullanıldığı bir kavga yöntemi: “Köy yine hareketlendi. Kovmaktan başka çare yoktu. Nasıl kovacaksın? Taşla! Değil Gölpınar, tüm Akçadağlıların meziyetidir taş atmak. Eline silah versen, kenara fırlatır da, taşa davranırdı. Bu sebepten hangi Akçadağlının kafası tıraş edilse, altından yüz tane kırık izi çıkar. Derler ki bir kavgada silahlar patlamış, cenk büyümüş, kavganın önündeki adam, “Durum kötüleşiyor, bizi yenecekler, taşa davranın demiş” (Evrim Alataş, Her Dağın Gölgesi Denize Düşer, s:21)

Evrim Alataş, özellikle 1950 -60 arasında DP ve CHP arasında yaşanan siyasi yarışın trajikomik halleri ve dönemin hukuk anlayışı hakkında da çarpıcı bilgiler veriyor. “Menderes zamanında CHP’lilerle Demokrat Partililer arasında siyasi rekabet artınca, birkaç CHP’li, gariban bir köylüyle kafa bulmuşlar. Adnan Menderes’in adını Adnan Teres, Celal Bayar’ın adını da Çalar Boyar diye öğretmişler. Okuma yazma bilmez köylü, sağda solda konuşunca Adnan Teres Çalar Boyar diye, devlete haber uçmuş; “Devlet büyüklerine hakaret etmekten” kendisini mahkeme salonunda bulmuş. Şapkasını bağrına basıp, dili döndüğünce derdini anlatmış. Fakat kadın savcı mütalaayı verip, idamını isteyince, köylü son bir hışımla mahkemenin üyesine seslenmiş: “Efendim sen erkeksin ben erkeğim, bu oruspuya uyup beni asmayasın ha!” (Evrim Alataş, Her Dağın Gölgesi Denize Düşer,s:28)

TİP’nin kurulmasıyla Türk siyasetinde yeni bir dönem başlayacak ve teslim Töre, radikal solun önde gelen isimleri Behice Boran, Mehmet Ali Aybar ve Yaşar Kemal’le görüştükten sonra, Akçadağ’da TİP’in açılmasına öncülük edecek ve ilçe başkanı seçilecektir. Zamanın egemen sol partisi olan CHP’de siyaset yapması için baskıyla karşılaşan teslim Töre bu zorlamalara boyun eğmeyecektir.

Anadolu toprağının yaşlıları yaklaşan tehlikeyi hissedercesine gençleri sağ-sol çatışmasından uzaklaştırma gayretleri de fazla işe yaramayacaktır. İlçede kurulan Öğretmen okulunda öğrenciler sağcılar ve solcular diye bölünmeye başlamışlardı bile. Elbette bölgedeki siyasal bölünmenin temelini Alevi-Sünni ayrışması belirliyor, Aleviler bu bölünmede siyasetin sol tarafına düşüyorlardı.

Gelişen süreçte Teslim Töre TİP’den ayrılmış artık silahlı mücadeleye doğru hızla kaymaktadır. Bu süreçte aralarında Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ahmet Erdoğan, Deniz Gezmiş gibi silahlı eylemi hedef alan gençlerle tanışan Teslim Töre, silahlı mücadele zamanının geldiği kararını vermiştir. Aralarında yaptıkları toplantılarda sistemin demokratik yollarla yıkılamayacağına karar veren gençler silahlı mücadele kararı almışlardı. Köylerde süreç hakkında tartışmalar sürerken, diğer yandan Filistin kamplarında silahlı eğitim gören gençler, silahlı mücadele yöntemi olarak, “kır gerillacılığı” hareketini benimsemişlerdi. Süreç devam ederken Aleviler sol hareketler, Sünniler ise Türk –İslam sentezi zemininde örgütleniyorlardı.

Bir süre sonra solun efsanevi ismi Deniz Gezmişle tanışacak olan Teslim Töre, yapılan uzun tartışmaların ardından, Deniz Gezmiş’inde aralarında bulunduğu gençlerde yaygınlaşan “kır gerillacığı” fikrine evirilecektir. Nihayet sonunda büyük bir travma ile sonuçlanacak Nurhak macerası başlayacaktır. Nurhak dağlarında bir mağaraya günlerce silah ve giyecek taşıyan gerillalar, yiyeceklerini özellikle yakın Alevi köylerinden sağlıyorlardı. Ancak dağdan başlayacak ayaklanma hayalleri kuran gençler, yine köylüler tarafından ihbar edilecek ve tamamı bir jandarma baskınında trajik bir biçimde öldürülecektir.

Alevi vatandaşlar cem ayini yaparken yaşadıkları tedirginlikten dolayı, zamanla modernleşmenin ve buna bağlı değişimin de etkisiyle, temel ibadet olan cem törenlerini azaltmaya başlamışlar. Ancak yine de anlatının geçtiği bölgede Alevilik canlı olarak yaşanmaktadır. Yazar ayrıca Alevi inancından kaynaklanan geleneklere yer vererek anlatıyı daha da canlı hale getiriyor. Dünyada esen sol rüzgârlar o dönemde bütün Türkiye’yi etkilediği gibi Gölpınar’ı da etkileyecek ve Gölpınarlılar Teslim Töre’nin önderliğinde mitingle tanışacak, yaptıkları çalışmalar sonucu cezaevi gerçeği ile yüzleşeceklerdi.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren seferberlik ilan edilen alanlardan biri de eğitimdi. Yeni kurulan rejimlerin tümünde olduğu gibi, Cumhuriyeti kuran kadroda, oluşturulacak kültür değişikliklerinin temel taşıyıcısını eğitim olarak belirlemişlerdir. Bundan dolayı çok sayıda okuma yazma seferberliği düzenlenmiştir. Özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Türkçe öğretmek temel hedefler arasındaydı. Kürtçe bilen çocuklara “Türküm doğruyum, çalışkanım” ifadeleri içinde Türkçe öğretilmeye çalışıyorlardı. Türkçenin öğrenilmesi için öğretmenler evlerde bile Kürtçe konuşulmasını engellemeye çalışıyorlardı. Aslında burada sınıfsız, imtiyazsız bir toplumsal düzen oluşturma kaygısı ön plandadır. Cumhuriyet modernleşmesi, Türkleştirme politikalarının en önemli ayağı olarak Türkçenin yaygınlaştırılmasına büyük önem veriyordu. Bu projede Alevi kitlesi, Osmanlı döneminde yaşadıkları dışlanmışlığın da etkisiyle, Cumhuriyet elitlerinin en önemli destekçilerinden biri olacaktır. Ancak bu destek zaman içinde yaşanan olaylarla –ki bunlar arsında en önemli olanı Alevilerin radikal sola yönelmeleridir.-yerini hayal kırıklığına bırakacaktır. Bu hayal kırıklığı yeni rejimin marşını büyük bir saygıyla dinleyen Baba Hüseyin’in dilinden anlatılacaktır: “Türkçeyi de düzgün konuşmak lazım, Kürtçeyi de” diyordu oysa. Bir zaman sonra küskünleri barıştıran, cenazeleri kaldırıp başında dualar okuyan, devlet kapılarında bastonunu kenarda tutup, beşgen şapkasını çıkararak arz eden Hüseyin, günler gelecek aynı bastonuyla karakol kapılarında dimdik durup ‘Allah görüyor! Gençlerin erkekliğine verilen elektriği Allah görüyor efendim” diyecekti.(s:25) Özellikle sol hareketlere ilgi duyan Alevi gençlere yapılan işkenceleri bu sözlerle protesto ediyordu.

Bu arada sosyalist gençlerin ordu içinde destek aldıkları hatırı sayılır bir sempatizan grubu vardı. Ne var ki, ordu içinde sosyalist eğilimli bir darbenin gerçekleşeceğini haber alan MİT, buna karşı 12 Mart darbesini gerçekleştirerek ordu içindeki sosyalist grubu etkisizleştirmişti. Benzer şekilde Alevi inancında büyük bir yer tutan Dedelere karşı da Alevi gençleri eleştirel bir tavır takınmaya başladılar. Artık solun efsanevi isimleri olan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan tutuklanmışlardı. Tutuklu arkadaşlarını kaçırma planları da Nurhak maverası da tam bir travmaya dönüşmüştür. Yaşadıkları travmayı şu sözlerde anlamak mümkün: “O gün Nurhak’tan düşen ateş, köyleri sardı. Evlerin izbe odalarına süzülüp, ağıtlar kondurdu damlara, Eline silah alıp da dağ gençleriyle çatışanlar da köylülerdi, onlar için ağıtlar yakanlar da… Köylülük tam da böyle bir şeydi. Bir gerillaya ekmek de sunan, ateş de eden onlardı.” (Evrim Alataş, s: 111)

12 Eylül darbesi ise solun üzerinden silindir gibi geçecektir. Aslında 12 Eylül zindanları, başta Diyarbakır cezaevi olmak üzere, toplum belleğinde derin izler bırakan işkence sahneleriyle doluydu. “Geçen günlerle beraber 12 Eylül’ün ne demek olduğu daha da anlaşılıyor, dövenler ve dövülenler, öldürenler ve işkence görenler, herkes, sınırın nerede başlayıp nerede bittiğini kavrıyordu. Başlangıç vardı ama bitiş yoktu. Bu bitiş kimi zaman ölüm, kimi zaman hiçbir neden yokken cezaevine yollanmak, kimi zamansa günlerce işkence görüp, “Haydi çıkabilirsin”, denilerek özgürlüğün bahşedilmesi anlamına geliyordu. “Camdan atladı”, “kendini astı”, “dur ihtarına uymadı” denilerek cesetleri ailelerine verilen o kadar çok insan vardı ki. Camdan atladığı söylenenlerin aşağıya atıldığı, intihar ettiği söylenenlerin öldürüldüğü, dur ihtarına uymadı denilenlerin “hadi koş” talimatı verildikten sonra vurulduğu bilgilerini, şişmiş ayakları, patlamış hayâlarıyla özgürlüğe kavuşanlar anlatıyordu. İnsanların lastik tekerleklerin içine konularak yuvarlandığı, askıya alındığı, kadınların tecavüze uğradığı, çocukların gözü önünde analara işkence edildiği, erkeklere cop sokulduğunu anlattılar.” (Evrim Alataş,  s: 164)

Alevi aileler içinde çocuklarına Stalin ismi verecek kadar bir politik dil kullanımı başlamıştır o dönemlerde. Radikal solun Alevi toplumuyla bu kadar iç içe girmesi, toplumun diğer kesimleriyle diyalog kurmasını engelleyen bir sürece dönüşmüştür. 12 Eylül zindanlarında birlikte yaşamak zorunda kalan solcuların namaz kılanlara karşı takındıkları tavır halkın değerleri karşısında ne kadar bilgisiz olduklarını açığa çıkaracaktır. Namazlarda vakitlere bağlı olarak bir kısmının sessiz bir kısmının sesli okunduğundan bile habersizdirler. “Sonunda Devrimciler, cemaatle hangi vakit namazlarının sesli, hangilerinin sessiz kılındığı konusunda ikna olurlar ama şu ortaya çıkar ki, dünyanın öbür uçundaki sosyalist deneyime ilişkin sayısız kitap okuyan Türk solu, en az bin yıllık bir geçmişi sahip Anadolu halkının kimliğini meydana getiren din hususunda hiçbir şey bilmemektedir” (Selçuk Küpçük, Yüzleşmenin Kişisel Tarihi, Granada yayınları, s: 249)

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR