Batı bilim ve felsefesi F. Bacon ve R. Descartes’tan itibaren, Ortaçağ din merkezli (kilise) düşüncesine karşı, din dışı bir formatta gelişmiştir. Bu anlamda Batı bilimi ve felsefesi, Tanrı’nın yeryüzünden uzaklaştırıldığı bir zeminde gelişmiştir. Ardından gelen pozitivizm, inanç ile bilim arasına kalın bir duvar çekmiş, dini insanlığın geçmişinde kalan ilkel bir düşünce biçimi olarak tanımlamıştır. Bugün Türkiye’de hâkim bilim zihniyeti budur. Bilim-din-felsefe ilişkileri büyük ölçüde pozitivist felsefenin etkisi altında değerlendirilmektedir.
Kuşku yok ki tarihin bir döneminde, bir kültürel mekânda üretilen pratik bütün dünyada geçerli değildir. Ancak bilim çevrelerinde genellikle Batı düşüncesinin Hristiyanlık dinine karşı geliştirdiği pratik, bütün dünyada din-bilim ilişkileri için değişmez ve evrensel bir model olarak kabul görmüştür. Bu modelde din, Hristiyanlık tecrübesi temel alınarak, bilimsel düşünceyi engelleyen bir konuma yerleştirilmiştir.
Cumhuriyet modernleşmesi dine Batı’da üretilen ve büyük ölçüde pozitivist-materyalist paradigmanın penceresinden bakmıştır. Bakmaya da devam etmektedir. Celal Şengör, bu pozitivist- materyalist anlayışın tipik temsilcisidir. Celal Şengör, din- bilim ilişkileri konusunda pozitivist Renan’ın söylediklerini tekrar etmektedir sadece.
Bu anlayış, bütün İnsanlık tecrübesini Hristiyanlık – bilim ilişkisine indirerek tanımladığı için, bütün dinleri Hristiyanlığın şahsında mahkûm etmiştir. Cumhuriyetin modernleşmeci kadrosu, din- bilim ilişkileri konusunda Batı’nın yaşadığı tecrübe sonucunda bulduğu çözümü izleyerek, içinde bulunduğu sorunu çözmek istemişlerdir.
Bilim ve felsefe konusunda, kilisenin otoritesi, baskısı ve engellemesiyle karşılaşan bilim ve felsefe çevreleri, çözümü bilimi ve felsefeyi kilisenin dışına çıkarmakta ve Tanrı’yı yeryüzünden uzaklaştırmakta bulmuştur. Bu yeni bir Tanrı anlayışıyla sonuçlanmıştır. Köklerini Aristoteles’in anlayışına kadar geri götürebileceğimiz bu anlayışa göre Tanrı evreni yaratmış ve onu kendi işleyişine bırakmıştır. Yani Tanrı, evrenin işleyişine karışmamaktadır. Bu anlamda modern bilim ve düşünce büyük ölçüde deisttir. Öte yandan, sosyolojik anlamda laiklik ve sekülarizm, deist bir Tanrı anlayışı olmadan ortaya çıkamaz. Yani laiklik ve sekülarizmin hayat bulması için yaratan ancak dünyaya karışmayan bir Tanrı anlayışına ihtiyaç vardır. Bu yüzden, Batı pozitivist düşüncesini izleyen Türk bilim çevreleri ateist ya da deist bir paradigmaya sahiptir.
Modernist Müslümanların bir bölümü de bu bakışın etkisi altındadır. Bilimsel tefsir denilen akım da büyük ölçüde bilimi temel referans alıp dini yorumlamayı amaçlamaktadır.
Deizm sadece bilim alanında kalmamış, Batı dışı toplumların modernleşme serüvenine de damga vurmuştur. Bu noktada Batı dışı modernleşme çabalarının başarıya ulaşması bu toplumların deistleşmesi ile ilgili görülmüştür. Çünkü varlık ve insana bağlantı halinde bulunan onun eylemlerini yönlendiren bir Tanrı inancıyla laik eğitim, laik hukuk ve laik sosyal düzen oluşturulamaz.
Dolayısıyla Batı dışı modernleşmenin din algısını anlatan “Din vicdan işidir” mottosu insan yaşamına müdahil olmayan sadece vicdanda kalan bir anlayışın dışa vurumudur. Bu anlayışta dinin toplumsal hayatı düzenleyen boyutu görmezden gelinmiştir.
Felsefe din ve bilim, varlığı konu almak bakımından ortaklaşırlar. Ancak yöntem olarak birbirlerinden farklılaşırlar. Din-bilim ve felsefe ilişkileri konusunda birbirinden farklı tutumlar ortaya çıkmıştır.
1- Çatışmacı Tutum: Dinin bilim ile ya da bilimin din ile mutlak olarak uyuşmaz olduğunu ve birbirlerini dışladıklarını öne çıkaran tutumdur.
2- Karşıt Tutum: Din ve bilimin birbirlerinden çok farklı olduklarını kendi alanları içinde geçerliğe sahip olmakla beraber her ikisini ayırmamız gerektiğine dair görüştür.
3- İlişkisel Tutum: Bu görüşe göre, bilim ve din farklılıklarına rağmen birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu yüzden ikisi de teknolojik gelişmeleri göz ardı etmezlik yapamazlar.
4- Onaylayıcı Tutum: İlişkisel tutuma benzemekle birlikte mantıki olarak ondan ayrılan bu yaklaşıma göre, dinin bilimin gelişimini destekleyici yönü vardır.(1)
Aslında temel sorun, Rönesans ve onun ardından gelen Aydınlanma döneminde inşa edilen din-bilim-felsefe ilişkilerinin dini tamamen devre dışı bırakarak sorunu anlamlandırmaya çalışması sonucunda ortaya çıkmıştır. “Sorun, aydınlanma döneminin iyimserliği içinde, etik, estetik, ontolojik pek çok konu da dâhil olmak üzere, her durumda tartışılmaz ve evrensel bir çözüme varmanın bilimsel olarak mümkün olabileceğine dair bilimcilik (scientism) diyebileceğimiz bir beklentinin hatta inancın yaygınlaşmasından kaynaklanmaktadır. İdeolojik arayışlar bilimin sağlamış olduğu prestije sığınılarak, normatif önermelerin nesnel, pozitif önermeler gibi sunulmasına yol açmış, böylece bilimin, siyasal erkin bir aksesuarı olarak kullanılması söz konusu olmuştur.”(2)
İslam düşüncesi Yunan düşüncesi ile karşılaştığı andan itibaren din- bilim, akıl-vahiy ilişkileri de tartışılmaya başlanmıştır. Gazali ile Meşai düşünürler arasında yaşanan tartışma ile din felsefe ilişkileri konusunda ortaya çıkan tartışma başlamış oldu. Ancak Gazali’nin filozofları eleştirdiği yirmi konudan üçünde küfre gittiklerine dair suçlaması doğru değildir. Çünkü bu filozofların dini inkâr ettiklerini iddia edemeyiz.
Konuyu sağlıklı analiz edebilmek için, İslam ve Batı dünyasında din felsefe ilişkilerinin izlediği seyri göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü insanlığın tecrübesi bize önemli veriler sunar. Kuşku yok ki, Batı tecrübesi insanlığın bu konudaki tek tecrübesi değildir. Öte yandan din-felsefe-bilim ilişkileri sorunlu bir tarihsel süreç izlemiştir. Ancak Batı düşüncesindeki seyir ile İslam dünyasındaki seyir farklı tecrübelere işaret eder.
Bizim hareket noktamız İbn Rüşd’ün çizgisidir. Sağlıklı bir akıl- vahiy, din- felsefe- bilim ilişkisi yeni paradigmayı inşa edecektir. Çünkü hayatı ve varlığı Tanrı’dan arındırarak açıklama çabaları İslam ile bir araya gelmesi mümkün olmayan bir bakış açısıdır. Bu konuda İbn Rüşd’ün din ile felsefeyi uzlaştırma temelindeki felsefi geleneği bize yeni bir anlayışın ipuçlarını vermektedir.
Öyle görülüyor ki, “İnsanlığın geleceği açısından yeni bir bilim paradigmasına ihtiyaç vardır; çünkü mevcut bilim anlayışı, insanı “homo economicus”a indirgemiş, dünyayı sadece “tüketilecek bir nesne” olarak görmüş ve bilimi dogma haline dönüştürerek, bilim ve teknolojinin ürettiği gücün kontrolünü zorlaştırmış; insanı Tanrı’dan uzaklaştırarak, bir anlamda köleleştirmiştir. Tanrı’dan uzaklaşarak özgürleşmek mümkün değildir. Yeni bilim paradigması, yeni bir insan, yeni bir evren ve yeni bir uygarlık anlamına gelecektir.”(3)
Öyle görülüyor ki, bilim-din ve felsefe ilişkileri konusunda çerçevesini pozitivizmin çizdiği, din karşısında çatışmacı ve inkâr edici paradigmadan farklı bir paradigmaya ihtiyaç vardır. “İdeal anlamda bilime düşen “nasıl” sorusuyla ilgilenmektir. “Evrenin Tanrısal bir sonuç olmadığı” düşüncesini taşıyarak bilim yapan biri ile “evren rastlantısal değildir” diyen bir bilinç aynı dogmatik ve şartlanmışlık çizgisindedirler. Bilim insanı, kendisine yargılar biçen ve onunla şekillenen biri değildir. Evrenin oluşu ve kaynağı ile ilgili ön kabullere sahip olmak yaratıcı olmayı, özgün düşünmeyi belki geciktiren bir süreç olabilir. Ama insafla bakıldığında inançlı veya inançsız olmanın doğrudan bilimsel aktiviteye bir katkısı yoktur. Motivasyon farkı söz konusu olabilir. İnançlı biri bilimsel aktivitesinde bilinmezleri çözdükçe iç dünyasını Tanrı ile anlamlandırır. Bir diğeri ise, bir yüce referansı olmaksızın devam eder. Bilim yolda olmaktır. Referanslara sataşmak bilimselliğin dışında bir tutumdur.”(4)
Kaynak: farklı Bakış