Postmodernizmin değerleri aşındırması sebebiyle günümüzde bilim, sözünün doğruluğunu ispatlamak isteyenlerin sığındığı bir limana dönüşmeye başladı. Aşı veya Covid üzerine bir şey söylemeye kalksanız, “ama bilimsel verilere göre…” diye başlayan ifadelerle karşılaşırsınız. LGBT üzerine popüler kabuller dışında bir şey söylemeye kalksanız, bilimsel gerçekleri göz ardı etmekle suçlanırsınız. Gelecekle ilgili komplo teorileri ve felaket senaryoları bile bilimsel kanıtlardan beslenmekte.
Bu yazımızda bu tarz bilimselliğin ne kadar gerçek olduğuna, bilimin her şeyi bilip bilemeyeceğine ve bilimsel gerçeklik olarak nitelenen şeylerin niteliğine dair epistemolojik bir tartışma yapacağız.
Bilim nedir? Neler bilimseldir?
Bilim, “bir yöntemle elde edilen ve uygulamayla doğrulanan, kesinlik niteliği taşıyıp her zaman ve her yerde geçerli olan dizgesel bilgi” olarak tanımlanabilir. Bu tanım matematik, fizik ve kimya için geçerli olduğu kadar, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve bunların alt dalları için de geçerlidir. Matematik, fizik ve kimya tarafından üretilen bilginin ne kadar bilimsel olduğuna dair söylenecek sözler de bulunmakla birlikte, bu yazıda biz ancak felsefe, sosyoloji, psikoloji ve bunların alt dallarıyla ilgili genel değerlendirmelerde bulunacağız.
Kadim bilgin ve filozoflar, maddi âleme ait gözlem ve verileri bilgi olarak kabul etmezlerdi. Çünkü duyular yanılabilmekte ve yanıltılabilmekteydiler. Onlara göre bilgi, akıl yürütme süreçleri sonucunda elde edilen soyutlamalar ve kavramlardı ve bu yolla elde edilen bilgiyi mutlak hakikat sayarlardı.
Oysa David Hume “nedensellik ispat edilemez” cümlesiyle özetleyebileceğimiz meşhur önermesinde, soyutlamadan kavrama veya bir sebep-sonuç dizgesinden mutlak sebebe ulaşılamayacağını ilan etti. Ona göre akıl bir mutlak önermede bulunurken bir sıçrama yapmakta ve sebep-sonuç zincirini koparmaktaydı. Oysa herhangi bir konuda kesin yargıda bulunmak için, onun geçmiş ve gelecek bütün örneklerini tecrübe etmek gerekmekteydi. Şimdiye kadar gördüğümüz bütün kargaların siyah olmasından yola çıkarak “bütün kargalar siyahtır” diyemezdik; bundan sonra göreceğimiz ilk karganın beyaz olmasını engelleyecek bir şey yoktu. Nitekim eskiden bütün kuğuların beyaz olduğu sanılırken Avustralya’da siyah kuğular görülünce bu inancın yanlış olduğu anlaşılmıştı. Hume’a göre dünden bugüne tabiatın gidişi değişebilirdi. Geleceğin geçmişe benzediği inancı hiç bir mantıksal kanıta dayanmamaktaydı; sadece “alışkanlık” sebebiyle böyle olduğunu zannedilmekteydi.
Immanuel Kant ise her olguyu bir nedenselliğe bağlama çabasının aklın doğal yönelimi olduğunu, bu sayede bilgi üretebildiğimizi ve o bilgi üzerine bir yaşam inşa edebildiğimizi ifade etti. Fakat veriler akla duyular kanalıyla zaman-mekân filtrelerinden geçerek gelmekteydi. Bu yüzden bir yandan görecelilik ortaya çıkmakta, diğer yandan da her yeni bilgi, akıl tarafından gerçekleştirilen soyutlamanın da yenilenmesini gerektirmekteydi.
Kant’tan sonra da bu konu çok tartışıldı. Genel görelilik yasası ve Quantum mekaniği ile karşımıza yeni yeni olgular çıktı.
Kabaca ifade edersek sonuç şudur:
- Her durum ve şartta geçerli mutlak bilgi yoktur. Her bilgi belirli öncüllerle belirli şartlarda geçerlidir. Mesela “hırsızlık kötüdür” diye evrensel bir kural koyamayız ama “herkesin birbirine güvendiği bir toplum için hırsızlık kötü görülmelidir” diyebiliriz.
- Felsefeye, sosyolojiye ve psikolojiye konu olan her bilginin, hatta tıbbi verilerin ve istatistik sonuçların bile farklı yorumu mümkündür. Aynı veri ve bilgilerden hareket eden iki farklı insan, birbirine zıt iki farklı bakış açısı ve iki farklı yaşam tarzı inşa edebilir.
Sadece bilime dayanarak bir yol belirlenebilir mi ve o yol tek doğru görülebilir mi?
1970 ve 80’lerin siyasi atmosferinden etkilenmiş Komünist şairlerden Ersin Ergün tarafından yazılan ve bir dönemin meşhur sanatçılarından Ahmet Kaya tarafından bestelenerek meşhur edilen bir şiir şöyle başlar:
“Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is,
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz
Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla,
Ve tarihle yargıla…”
Anlatılmak istenen şudur: Komünizm bulanık bir is veya ne olduğu belirsiz bir sis değil, bilimsel, felsefi ve tarihi bir gerçekliktir.
Bir dönemin bilim anlayışı içerisinden doğmuş yersiz ve geçerliliği kalmamış bir özgüvenle sol ve anarşist çevreler, “bilimsellik” türküsü tutturmuş gitmektedirler. Kendi ideolojilerini bilimsel zannettikleri için, “bilim doğru bilgiye ulaşmanın tek güvenilir yoludur. İnsanlar sadece bilimin ışığında doğru yolu bulabilir. Bilim ilericilik ve çağdaşlıktır” gibi cümleleri kolay sarf etmekte ve farklı söylemleri bilim dışı olmakla çok kolay itham etmektedirler.
Oysa tarihsel materyalizm ve kendisine dayandıkları antropomorfik açıklamalar bilim değil, her kültürün kendisini ifade ederken dayandığı metafizik postulatlardan farksızdırlar. Yanlışlanamaz kesin doğrular değil, birer varsayımdırlar.
Peki, mesela yeni arkeolojik bulgular ortaya çıksa ve onların antropomorfik açıklamalarını doğrulasaydı ne değişirdi. O zaman “bilimsel tek doğru odur” demek zorunda mı kalırdık? Elbette ki hayır! Çünkü her durumda başka bir dünya mümkündür ve aynı verilerden hareketle başka yaşam tasavvurları inşa edilebilir.
Cressida Cowell’ın aynı adlı kitap serisinden uyarlanan “ejderhanı nasıl eğitirsin” isimli animasyon filmi, anlatmaya çalıştığımız mesele için güzel bir örnek sunmaktadır. Hikâye ejderhalarla başı dertte olan bir Viking köyünde geçer. Ejderhalar mütemadiyen köyü basmakta ve hayvanlarını kaçırmaktadır. Köyün bütün düzeni ve köydeki tüm yaşam ejderhalarla savaş üzerine kurulmuştur; evler ona göre yapılmış, teknoloji o yönde gelişmiş, geçim imkânları ona göre oluşmuş, hatta eğlenceleri bile ejderhalarla savaş üzerine şekillenmiştir. Nesillerdir devam eden bu “savaş”, onlar için hayatın gerçeği ve inkâr edilemez hakikatidir. Başka türlü yaşamanın mümkün olup olmadığı, ejderhalarla başka tür bir ilişkinin kurulup kurulamayacağı gibi sorular akıllarına bile gelmez.
Fakat bir gün Reis’in oğlu, ejderhalarla dostluk kurmanın mümkün olduğunu keşfeder. Bunu kabilesine anlatması yeterince zorken, kabullendirmesi ise neredeyse imkansız gibidir. Tabii hikâyenin sonunda köy halkı bu gerçeği kabullenir ve hayatlarının gerçeği olan savaş, yerini ejderhalarla dostluğa bırakır. Geçim imkanları, yaşam tarzları, teknolojileri ve hatta eğlenceleri bu yeni ilkeye göre şekillenir. Köy aynı köy, insanlar aynı insanlar ve bilimsel seviye aynı seviyedir ama iki farklı kabulün sonucu, bambaşka iki farklı hayattır.
“Dostluğun” veya “düşmanlığın” bilimle alakası yoktur. Dost veya düşman olmak gerektiğini bilim söylemez. Bilim sadece verileriyle tercihlerimizi destekler ve ürettiği teknolojiyle işimizi kolaylaştırır. Bilimin verilerinden hangi sonuçları çıkaracağımız ve imkânlarını nasıl değerlendireceğimiz bambaşka iki süreçtir.
Sonuç: Her konu bilim içinde tartışılamaz
Bugün veya gelecek üzerine oluşturulan teoriler
Posthumanist veya transhumanist perspektifler
Aşı ve covid-19 üzerine üretilen spekülasyonlar
LGBT’nin bir tercih mi yoksa doğal bir eğilim mi olduğu sorusuna verilen cevaplar
Bunların hiç birisi bilimin alanı değildir.
Tercih yapmış bir insan (yani “inanmış” olan kişi), kendi tercihleri için rahatlıkla bilimsel veriler bulabilir, kendisine bilimsel dayanaklar oluşturabilir. Çünkü tercihle yönelen seçer. Farklı seçeneklere ait verileri görmez. Aynı verilerden farklı sonuçlar da çıkarılabileceğini düşünmez. Son sözü bilim söyleyemez. Son sözü; bütün ön kabulleri, yanılgıları ve duygulanımlarıyla insan söyler ve kendi tercihi neyse bilimin onu söylediğini zanneder.
Kaynk: farklı bakış