İnsan, Rabbimizin merhametinin bir tecellisidir. Yaratılan her nimet, insanın emrine amade kılınmış, her şey onun varlık dünyasında bir anlam taşır. Mevsim itibariyle yağan yağmur ve kar, yalnızca karada ve havada yaşayan canlıların değil, toprağın derinliklerindeki varlıkların da ihtiyacıdır. Su, hayattır; toprağın üstündekilerin de, altındakilerin de yaşaması için, hayatın kaynağıdır.
Kar yağışının yoğunlaştığı bu günlerde, doğanın tüm canlılarının insana ve onun merhametine ihtiyacı vardır. Allah’ın merhametinin bir yansıması olarak insan, kendisine verilen bu büyük sorumlulukla karadaki ve havadaki diğer varlıkların ihtiyaçlarını gidermekle yükümlüdür. İnsanoğlu, kendisine üflenen bu merhametin gereğini yerine getirdiğinde, sadece kendisi değil, karadaki ve havadaki tüm yaratıklar da bu merhametten nasibini alacaktır.
Babamızdan kalan mekânda, karadaki ve havadaki bazı canlıların beslenmesi için onların rızkını sağlıyorduk. Bunu bilen kuşlar, mecaz anlamda yerimizi yoklamak için geldiler. Yağan kar nedeniyle yemlerin üzeri branda ile örtülmüştü. Brandanın üzerine konan kuşlar, adeta “Brandayı kaldırın, rızkımızı perdelemeyin!” der gibiydiler. Bu sahneyi fark ettiğimde, mavi renkli bir leğenin içine kırık pirinç koydum ve leğeni, brandanın örttüğü çuvalların üzerine yerleştirdim. Brandanın kardan beyazlaşan yüzeyinde, kuşlar, içinde pirinç bulunan leğene bakıyorlardı ama bir türlü yemeye başlamıyorlardı. “Neden yemiyorlar?” diye düşündüm, “Acaba pirinç de kar gibi beyaz olduğu için, onları algılayamadılar mı?” diye kafamda şüpheler dolaştı. Kırık pirinci alıp yerine bulgur koydum. Leğen ile aramdaki mesafe yaklaşık üç metreydi. Leğenin kenarına konan bir kuş, bir türlü içeri girip bulguru yemiyordu.
Çocukluğum aklıma geldi; karla kaplı yerlerde bu tür leğenlerle tuzaklar kurar, kuş avlardık. “Acaba bu kuşlar, bunun bir tuzak olabileceğini mi düşündüler?” diye geçirdim içimden. Leğenin kenarına konan kuş ile göz göze geliyoruz; o, bir türlü leğenin içine inmiyor ve yemi yemiyor. “Yoksa bu hayvan, benim bakışlarımdan mı utandı?” diye düşündüm. Kendimi geri çekip, çaktırmadan durumu izlemeye başladım. Kuş, beni görmediği bir anda leğenin içine indi ve bulguru yemeye başladı. Hayvanın benden mi utandığını merak ederken, “Acaba hayvan utanır mı?” diye düşündüm. İnsanın, insana yapabileceği utandırmalar, utandırılmalar vardır da, bir hayvan utanır mı? Bunu bilemiyordum.
Hayvan, yeterince yedikten sonra uçtu. O an, yazmam gerektiğini düşündüm. Bir avuç yem verdin diye, “Ne yani, hayvanı satın mı aldın? Bir de gözlerinin içine bakıyorsun,” diye düşündüm. Şunu öğrendim: "Ne verdiğini ve kime verdiğine asla bakmaycak, başa kakmayacaksın." İnsan olarak, ne insanı ne de hayvanı utandırmamalısın. Allah’ın sana verdiklerinden, Allah’ın yarattığı tüm canlıların hakkı olduğunu unutmamalısın. Bu bilinçle hareket etmelisin. Verdiğini, ne insana ne de hayvana asla başa kakmamalısın.
İnsan olarak, utandırılmayan yoktur. Tam olanlar, eksik olanı, zengin olan fakir olanı, gücü olan zayıfı, nüfuzu olanlar sıradan insanları bir şekilde utandırmışlardır. Teselliyi şu cümlede buldum: “Elbette utandıranlar da bir gün utandırılacaktır.” Tam olduğu zehabına kapılanlar, “Sağlıklıyım, acullarla işim olmaz. Güçlüyüm, ezerim. Varsılım, yoksulu tanımam. Nüfuzluyum, sıradanlarla işim olmaz,” deyip tevazuyu öldürenler, merhamet damarlarını kuruttuklarını unutmamalıdırlar. Murat Göğebakan’ın şu cümlesi aklıma geldi: “Hiçbir kimse olmasa bile, Allah’ın var yanında. Senin içinden düşündüğün şeyler, aslında âlemin sahibine sesli sesli haykırdığın şeylerdir. Onun için hiçbir zaman negatif düşünme. Allah’ın var, sorun yok.”
Merhametin öğretmeni olan Peygamber Efendimizin duası ile bitirelim: “Allah’ım, merhametsizleri bize musallat etme.”