Said-i Nursi tarihsel açıdan önemli bir figür olmakla beraber, aynı zamanda çok tartışmalı bir kişilik. Taraftarları yaşamının her aşamasının keramet dolu olduğunu iddia ederken, onu meczup olarak nitelendirenler de epey fazladır. Mücadeleci kişiliği, davası uğruna ödediği bedel ve yazdığı eserlere bakıldığında keramet ve meczup ithamları onu karşılamıyor.
1878 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan Said, çok istikrarsız bir eğitim hayatına sahip. En uzun eğitim dönemi, o zamanlar Erzurum’a bağlı olan Beyazıt’ta gördüğü 3 aylık eğitimdir. Burada icazet alıyor ki, henüz 11 veya 15 yaşındadır. Siirt’e gider. Orada alimlerle giriştiği münazaralar sonucunda “Said-i Meşhur” lakabıyla anılır. Eş zamanlı olarak “Bediüzzaman” diye de anılmaya başlar. Bu ünvanı kendisine Siirt’in meşhur alimlerinden Molla Fethullah verir.
Yörede egemen kültür, mücadeleci ve ağa ve paşa zulmüne karşı çıkan Said’in varlığından rahatsız olur. Bitlis, Siirt, Cizre ve Mardin arasında mekik dokur.
1898’de davet üzerine Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında ikamet etmeye başlar. Valinin zengin kütüphanesinden istifade eder. Pozitif ilimler ilgili eserleri inceler. Burada tarih, coğrafya, matematik, fizik ve kimya ilimleriyle tanışır. Valinin konağında Türkçesini geliştirir ve ilk Türkçe mektubunu, yaz aylarında gittiği yayladan Vali Tahir Paşa’ya yazar.
Bir taraftan “bir peri kızı gibi güzel” dediği hürriyet fikriyle tanışırken, diğer taraftan fen bilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, eğitimin Türkçe, Arapça ve Kürtçe olmak üzere üç dilli olacağı bir üniversite projesini kurgular. Bu üniversitenin adını da el Ezher’in kız kardeşi olarak nitelediği Medresetü’z-Zehra olarak düşünür.
Bu proje için, 1907 yılında, yanında o sırada Bitlis valisi olan Tahir Paşa’nın II. Abdülhamit’e yazdığı referans mektubuyla İstanbul’a gelir. Ferik Ahmet Paşa’nın yanında iki ay misafir kalır ve ikili, Kürdistan’da yapılacak eğitim reformu hakkında bir proje hazırlar ve saraya sunulmak üzere bir dilekçe hazırlarlar. Projenin saraya sunulması üzerine Said, Topbaşı Tımarhanesine gönderilir. Doktorun akıllı raporu vermesi üzerine tımarhaneden çıkarılır. Abdülhamit kendisine unvan, maaş bağlama, Van’a dönüş masraflarıyla birlikte Zaptiye Nazırı Şefik Paşa aracılığıyla hediye altın gönderme isteği tipik bir başından savma olarak okunabilir.
Said-i Nursi “maaş dilencisi” olmadığını söyleyerek teklifi reddetmesi üzerine nezarethaneye atılır. II. Meşrutiyetin ilanıyla çıkarılan genel afla serbest bırakılır veya İttihatçılar tarafında nezaretten kaçırılır ve hemen ardında Selanik’teki kutlamalarda Meşrutiyet’ten yana ateşli nutuk atarken görülür. Bu nutukta kullandığı “millet, hürriyet, terakki, meşveret ve parlamento gibi kavramlar, ittihatçıların kullandıkları terminolojidir.
İstanbul’da bulunduğu süre zarfında özellikle Kürtleri meşrutiyete ısındırmak için konuşmalar yapmakta, gazetelere makaleler yazmaktadır.
31 Mart olayının kışkırtıcısı olarak gösterilen Derviş Vahdet’in Volkan gazetesinin yazarlarından olması nedeniyle 31 Mart olayına katıldığı iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır ve beraat eder.
Nursi, 1910 yılında gemiyle Karadeniz üzerinden Tiflis’e, oradan da Van’a döner.
Said-ı Nursi, II. Meşrutiyet döneminde, ilminden ziyade politik duruşuyla gündemi işgal ediyordu. İttihat ve Terakki Cemiyetinde (İTC), Kürt Milli Uyanış hareketinde ve İslamcı akımlar içinde etkin bir isimdi.
Meşrutiyeti adeta bir kurtuluş reçetesi olarak gören Nursi, 1911 yılı içerisinde Şam’a giderek bölge ulemasının da hazır bulunduğu Emevi Camii’nde bir hutbe irad eder. Bu uzun hutbe bilahare Hutbe-i Şamiyye ismiyle kendisi tarafından Türkçeleştirilerek yayımlanır. Tarihçi Ayşe Hür, “bu hutbenin, İTC’nin planlarından biri olması çok muhtemel” der.
Aynı yıl, Nursi’yi II. Abdülhamit’in yerine tahta geçen Sultan Reşat’ın Rumeli seyahatine katılırken görüyoruz. Üsküp’te Padişah Mehmet Reşat, balkonda halkı selamlarken tam yanında yer alır. Bu seyahat, bağımsızlık talebinde bulunan Arnavutları ikna için İttihatçılar tarafından düzenlenmişti. Bir fırsatını bulup “Şark’ta Darülfünun” projesini Padişah’a açar. Padişah’ın vaat ettiği 19 bin altının avansı olan bin altınla Van’a döner ve Edremit’te göl kıyısında Medresetü’z-Zehra’nın temelini atar. Bu sırada Birinci Cihan Harbinin patlak vermesi ve Nursi’nin talebeleriyle Erzurum-Pasinler cephesinde Ruslara karşı savaşa katılması, Medresetü’z-Zehra projesini akim kılar.
Erzurum cephesinden Van-Bitlis cephesine dönen Said-i Nursi, burada girdiği bir çatışmada yaralanarak 3 Mart 1916’da Ruslara esir düşer. Volga nehri yakınındaki Kostroma esir kampına götürülür. İki yıl dört aylık esaretten sonra 1917 Bolşevik Devrimi sırasında çıkan karışıklıktan yararlanarak Petersburg-Varşova-Viyana ve Sofya üzerinden İstanbul’a döner. İstanbul’da büyük bir teveccühe mazhar olur ve Enver Paşa’nın özel ilgisiyle karşılaşır. Yeni kurulan Darü’l Hikmeti’l İslamiye’ye, orduyu temsilen üye olarak atanır.
Nursi’nin kaçış hikayesi, içinde bir muammayı barındırır. İşin içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın olduğu iddiası yabana atılamaz. Geçtiği ülkelerin dilini bilmeden parasız dört ülkeyi geçmek kolay olmasa gerek. İstanbul’a dönüşü İttihatçıların yayın organı Tanin gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulur.
1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinin ardından İngilizler aleyhinde Hutuvat-ı Sitte isimli bir bildiri yayımlar, Kuva-i Milliye lehine yazılar yazar, bu mücadeleyi cihad olarak tanımlar.
Milli mücadele döneminde Ankara hükümetini destekler. Ankara’da yeni kurulan Millet Meclisi’ne davet edilir. Ankara’ya gelir ve dine karşı lakaytlık olduğunu görür. Bunu üzerine mebuslara hitaben iki risale kaleme alır: ilki namaz hakkındadır, ikincisi maddeci fikirlere yöneliktir.
Rejimin şekli belirginleşince “eski Said’i yeni Said’e götüren” bir trenle Van’da inzivaya çekilir.
Çok geçmeden Şeyh Said isyanı patlak verir. İsyanı desteklemediği halde Van’da yaşadığı mağarasından alınarak Burdur’a sürgüne gönderilir. Böylece Barla, Eskişehir, Isparta, Kastamonu, Denizli, Afyon ve Emirdağ’ı kapsayan uzun sürgün ve tutukluluk süreci başlar.
1950 yılında Demokrat Partinin iktidar olmasıyla kısmen rahatlar. Ve artık Nur hareketinden söz edilebilir. Daha çok orta sınıf taşralıların oluşturduğu bir hareket.
Said-i Nursi 82 yaşında, hasta halde, talebelerinden Urfa’ya gitmek istediğini söyler. Talebeleri ağırdan alınca ısrarcı olur. Urfa’ya götürüldükten iki gün sonra 23 Mart 1960 tarihinde, kaldığı İpek Palas Otel’inde vefat eder. Halilürrahman Camii avlusunda defnedilir. İki ay sonra 27 Mayıs 1960 darbesini yapan cunta yönetimi, bir gece vakti cesedini çıkarıp meçhul bir yere defnettirir. Talebeleri bu insanlık dışı olayı keramet olarak yorumluyor. Zira sağlığında cenazesinin bilinmeyen bir yerde defnedilmesini vasiyet ettiğini iddia ediyorlar.
Said- Nursi, yaşamı boyunca İslam dünyasının sorunlarını dert edinmiş ve çözüm yolları aramıştır. Geri kalmışlığın sebepleri arasında saydığı cehalet, zaruret ve ihtilaf güncelliğini bugün dahi korumaktadır.
Özellikle Ankara’da uğradığı hayal kırıklığından sonra rotasını Müslüman ferdin inşasına çevirmiş, iman hakikatleri noktasında risaleler kaleme almıştır.
“Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyen Said Nursi, talebelerine de bunu tavsiye eder. Çünkü masumlara zulmetme riski vardır. Bir fert umumun selameti için feda edilemez der. Ancak talebeleri bu tavsiyeye hiçbir zaman riayet etmediler. Hep siyasetle iç içe oldular. İktidardaki sağ partileri desteklediler. Bugün için de mevcut iktidara destek bildirisi yayımladılar.
Taklidi iman yerine tahkiki imanı savunması çok önemli.
Japon medeniyetine hayran olan Nursi, Batı medeniyetini gaddar, hakka değil kuvvete ve menfaate dayandığını iddia eder.
“Neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Meşreben ve fikren müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim” diyen Said, yaşamı boyunca istibdada karşı muhalefet etmiştir.
Bediüzzaman her daim nur şakirtleri için asrın müceddidi, laik ve Kemalist kesim için de irticanın başı şeklinde görülmüştür. Allah rahmet eylesin.
Kaynak: Farklı Bakış