Yeni Koronavirüs Hastalığı (COVID-19) nedeniyle sokağa çıkmaları
sakıncalı görülen;
Altmış beş yaşın üzerindekiler kimdir?
Kışın bütün aile, bir odada, sobanın başında toplanırlardı,
büyüklerinden masallar, hayat hikâyeleri, öğütler dinlerlerdi.
Tecrübelerinden faydalanırlardı. Ahlaklarını, edeplerini nezaket kurallarını,
saygıyı, sevgiyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı büyüklerinden
görüp öğrenirlerdi. Bilmediklerini danışırlardı. Onların asıl okulları
aileleriydi.
Yurdumuzu ve milletimizi seviyorlardı. Mertlerdi, yiğitlerdi.
İkiyüzlülük, münafıklık, hainlik bilmezlerdi. Riyakârlıktan ve
dalkavukluktan hoşlanmazlardı. Haksızlığa razı olmazlardı. Davaları için
canlarını, mallarını hatta ailelerini feda ettiler. Makam ve para için
davalarını, şeref ve onurlarını basamak yapmadılar.
Bu koca çınarlar; darbeler, muhtıralar, müdahaleler gördüler. Açlık,
yokluk, sürgün, işkence, hapis gördüler. Nice arkadaşlarını kurban
verdiler. Sıkıntı çektiler, ezildiler ama eğilmediler. Beş paralık menfaat için
elli takla atmadılar. El ayak öpmediler. Belki çoğu üniversitede okumadı
(İmkânları yoktu.) ama hayat, başlarına vura vura çok şey öğretti.
Bir tespitte bulunmuştum “Türkiye Tarihinde Bir Sonbahar” adlı
kitabımda: “12 Eylül 1980 darbesi, bir milat oldu. Yeni bir nesil yetiştirdi
darbe. Bireyselleşti insanlar. Bencilleşti. Korkaklaştı. Riyakârlaştı.
Gayesizleşti. Menfaat kavgası derdine düştü. Davasını, idealini, ülküsünü,
misyonunu yitirdi. Kişiliğini, kimliğini yitirdi çokları. Toplum, korkunç bir
depresyon geçirdi. Kâbus çöktü ülkenin üzerine. Yozlaştı ülke insanları.”
Altmış beş yaşın üzerindeki nesil, büyük düşünüyordu, büyük işler
peşindeydi. Oyunda, oynaşta değillerdi. Telefonlarıyla, giydikleriyle,
yedikleriyle, arabalarıyla, evleriyle, ev eşyalarıyla övünmezlerdi.
Davalarına yaptıkları hizmetle onur duyarlardı. İyilikte yarışırlardı.
Ayakkabılarının söküğünü diktirir, çorabına, pantolonuna yama yaptırır,
ütüsüz gömlek giyerlerdi. Kıtlık, yoksulluk gördüler ama mihnet etmediler.
Boyun bükmediler, başlarını hep dik tuttular. Açken de; gönülleri zengin,
gözleri toktu. Her birinin hayatı birer romandı. Örnek birer roman
kahramanıydı onlar. Anlatmakla bitmezdi mertlikleri, yiğitlikleri, iyilikleri.
Sofralarında çok çeşit yoktu. Bulgur pilavını, ayranı, kuru soğanı
bulunca şükrederlerdi. Bazı günler aç yattılar. Ama bunu çocuklarına
hissettirmediler. Büyük çocuğun giydiğini, küçük çocuğa giydirdiler fakat
aç koymadılar, çıplak gezdirmediler.
Onlar, karlı bir dağdı. Koca, bir dağ… Hatunu, dağın başındaki
karıydı. Koca ve karıydı onlar. Değil basit esintiler önünde savrulmak;
şiddetli fırtınalar bile birbirinden ayıramaz, yerinden oynatamazdı onları.
Biri sağ el, diğeri sol eldi; biri sağ ayak, diğeri sol ayaktı; biri sağ göz,
diğeri sol gözdü… Bir ömür, bir yastıkta kocardı onlar. Heyhat, kum yığını
gibi çöküyor şimdi, yeni kurulan yuvalar.
Onların ailelerinde güçlü bir bağ vardı. İletişim vardı. İnsana saygı
vardı, sevgi vardı. Vicdan vardı. Hak hukuk, adalet vardı. Dürüstlük vardı.
Akrabalık, komşuluk vardı. Büyük, büyüklüğünü bilirdi; küçük de,
küçüklüğünü… Nezaketi, şefkati, merhameti bırakmazlardı ellerinden. Bir
tartışma olunca da hemen mahkemeye, televizyona koşmazlardı, büyükler
hallederdi anlaşmazlıkları.
Böyle yükseklikte yarışan, birbirine tepeden bakan binaları, lüks
daireleri yoktu. Tek katlı, iki katlı, bahçeli, kerpiçten yapılı, çatısız -
kendileri gibi- mütevazı evlerde otururlardı.
Alevi – Sünni, Kürt - Türk yoktu; komşuluk vardı, insanlık vardı. Bir
mahalle, bir aile gibiydi. Bir şehir, akraba gibiydi. Sevinçler de ortaktı,
hüzünler de.
Değil pahalı taksileri; ceplerinde dolmuş parası yokken de, boyasız
ayakkabı giyerken de, uzayan sakallarıyla da mutluydu onlar. Kıskançlık
ve haset bilmezlerdi. Kendilerinden çok, komşularını, akrabalarını,
kimsesizleri, muhtaçları düşünürlerdi. Sosyal medyada yiyip içtiklerinin
resimlerini paylaşmazlardı. Ne yediklerini, başkalarının görmelerini ayıp
sayarlardı. Yiyecek ve içeceklerini paylaşırlardı gizlice. Hatta yemez,
yedirirlerdi.
Onların yaşadığı dönemde yavanlaşmamış, tatsızlaşmamış,
iğretileşmemişti hayat. Doğallığını yitirmemişti. Solmamıştı. Böyle
ucuzlaşmamıştı. Hayat, hayattı.
Bazılarının -kendi değerlerini, güzelliklerini görmeyip- hayran olduğu
Batı, her şeye ekonomik gözle bakıyor. Yaşlıların yaşamalarını ekonomiye
zarar sayıyor. Yaşamalarından rahatsız oluyor. Seçerek alıyorlar hastaları
hastaneye. (Zaten hastaneleri de yetersiz.) Virüsten dolayı en çok ölenler
huzurevlerinde. Aslında Batılılar, bir sömürü aracı olarak kullandıkları silah
kadar insana değer vermiyorlar. Ne kadar küçük insanlar olduklarını bütün
dünya seyretti. Ellerinde yeterli sağlık malzemeleri yok. Ülkeler, gelen
yardım malzemelerini birbirinden çalmaya başladılar. Onların büyüklükleri,
büyük silahlara sahip oluşlarında. Silaha önem vermişler, yatırımı buna
yapmışlar, insana değil. Korona düşürdü hepsinin maskesini. Şaşkına
döndüler. Elleri, ayakları birbirine dolaştı. Perişan oldular. Virüsten
korunmak için ve yüzlerini saklamak için maske bile bulamıyorlar.
Siz, Batı gibi değilsiniz elbet. Fakat üzülerek söyleyeyim: Siz de,
evet siz de gereksiz bir “Batılılaşma” uğruna çoğu değerlerinizi yitirdiniz.
Siz de yaşlılarınızı yeterince önemsemediniz. “Kuşak farkı var.” dediniz.
“Zaman çok değişti.” dediniz. Onları bilgisizlikle, anlayışsızlıkla suçladınız,
dinlemediniz. Faydalanmadınız. Onlar altmış beş yaş üzeri çınarlar. Sizin
kadar tahsilleri yok belki ama bilgileri, görgüleri, tecrübeleri var. Çok
düşüp kalktılar. Gördüler. Yaşadılar. Geniş bir ufka sahipler…
Çoğu gitti, azı kaldı. Evdesiniz… Televizyonu, telefonu, bilgisayarı
biraz kapatın da onları dinleyin. Onların size anlatacakları -ibret alınacak,
ders alınacak- nice anıları var. Canlı tarih onlar. Kültür, medeniyet ve bilgi
hazinesi onlar. Altmış beş yaş üzeri çınarlar, yapay ve iğreti olmayan
gerçek hayatın ta kendisi. Onlardan öğreneceğiniz çok şey var.
Yarın aranızda olmayacaklar belki… Çok arayacaksınız onları.