Felaketler, toplumlara üç sebeple yansır: Sınama, tedbirsizlik, uyarı.
1) İnsan, Allah’a inanır, O’nun vahyine uyar, üzerine düşeni -aklını ve bilgisini kullanarak- en iyi, en güzel, en sağlam ve dürüst bir şekilde yapar. Gerekli tüm tedbirleri alır. Buna rağmen -gücünü aşan- Allah’ın takdiri ile bir felakete uğrarsa; bu, Allah’ın bir sınavıdır.
Rabbimiz, nimetleriyle de, verdiği musibetlerle de sınıyor kullarını.
“O (Allah), hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.“[1]
“Mallarınız ve canlarınız hususunda deneneceksiniz.”[2]
Mal da, can da, hayat da, ölüm de imtihanımız bizim.
“Ant olsun, korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle sizi deniyoruz. Sabredenleri müjdele. (Onlar, sınavı kazandılar.)”[3] “Allah sabredenlerle beraberdir.”[4]
Musibetler karşısında sabretme; kayrası karşısında da şükretme borcumuz var Allah’a.
“Bana çok teşekkür edin, nankörlük etmeyin.” buyuruyor Rabbimiz.[5]
Şükür; sadece dil ile “çok şükür” demek değildir. Severek ve korkarak Allah’a -emrolunduğu şekilde dosdoğru- kul olmaya çalışmaktır. Sabır da budur.
Sabrı, ihmallik, tembellik, korkaklık, haksızlık ve kötülükler karşısında sessiz kalmak, zulme boyun eğmek olarak tanımlamak, sabrı anlamamaktır. Sabır, bunları ortadan kaldırmak için yılmadan, metanetle mücadele etmektir.
Hz. İbrahim gibi; hakkı ve hukuku temsil eden tevhid baltasını, sömürü putlarının enselerine indirip zulüm düzenlerini yerle bir ettikten sonra -tedbir alarak- Allah’a tevekkül edip sonucuna katlanmaktır sabır.
Yılgınlık değil, yorgunluk değil, ölümü kabullenip kabre gömülmek değil; toprak altındaki tohum gibi potansiyel yüklenmektir sabır. Hakkı, hakikati bayraklaştırmak, göndere çekmek için; bilerek, düşünerek akıllıca plan ve proje hazırlamaktır. Yol haritası belirleme molasıdır. Direnişin gölgesinde ümidi bilemektir. Sabrı soluyarak olgunlaşır ümitler. Ümidin toprağı, havası, suyu; sabırdır. Bayramlar, düğünler, şenlikler, ümitle mayalanmış sabrın semeresidir. Cennet de, nimetlere şükrün; sıkıntılara ve musibetlere sabretmenin karşılığı değil mi! Cehennem ise; şükürsüzlüğün, nankörlüğün ve sabırsızlığın ahiret felaketidir.
2) Bazı insanlar, dürüst davranmayarak bile bile felaketleri davet ederler. Kendi elleriyle kendilerini ve başkalarını tehlikeye atarlar. Tabir yerindeyse; bela isterler, Allah da verir.
Mesela; yapılan çürük bir bina, birkaç yıl sonra küçük bir depremle veya durduğu yerde kum yığını gibi çöker.
Kendimizi tehlikeye atmaktan ve öldürmekten yasaklıyor Rabbimiz bizi: “Allah yolunda (gerektiği yerde, gerektiği şekilde) harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde iyi (doğru, dürüst) davranın. (İşinizi güzel yapın.) Çünkü Allah iyi (doğru, dürüst ve güzel) iş yapanları sever.”[6]
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir (yaptıklarınızın karşılığıdır. Allah kullarına zulmetmez.). (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”[7]
“Kendinizi öldürmeyin!”[8]
Direksiyon hâkimiyetini yitirecek kadar hız sınırını aşan; ölüm meleğini yakalamak için hız yapmaktadır.
Tedbirsizliği yüzünden kendi ölümüne sebep olan intihar etmiştir, başkalarının ölümüne sebep olan da katildir.
Rabbimizin bir başka uyarası: “Sakın ölçüde haksızlık yapmayın. Tartıyı, teraziyi, ölçüyü doğru yapın, dengeyi bozmayın.”[9]
Tartıyı, teraziyi tam yapmamaktan; ölçüyü, dengeyi bozmaktan, ifsat etmekten yasaklıyor Rabbimiz kullarını: “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın. (Dengeyi bozmayın. Bozgunculuk yapmayın.)’ denildiği zaman; ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilesiniz ki; onlar, bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değiller.”[10]
Genlerle oynama, zirai ilaçlar, koruyucu, renklendirici, tatlandırıcı vb. katkı maddelerinden dolayı yiyecek ve içeceklerin birçoğu; kanser riski taşımaktadır. “Tohumu ıslah ediyoruz, meyve ve sebzeleri daha iyi, kaliteli hale getiriyoruz, daha güzelleştiriyor, verimi artırıyoruz.” diyorlar. Keşke ifsat ettiklerini, bozgunculuk yaptıklarını bilselerdi; insan sağlığına daha çok önem verselerdi.
Sahtekârlık ve tedbirsizlik yüzünden nice canlar ve mallar telef olup gitmektedir.
Çağımızda artık bir biyolojik savaş içinde olduğumuz inkâr edilmiyor. Laboratuvarlarda savaş malzemesi olarak üretilen hastalık virüsleri, binlerce, milyonlarca can almaktadır.
“Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir durumu değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.”[11]
“Kader” diyerek bütün felaketlerin sorumluluğunu Allah’a fatura etme hakkımız yok. Bunlar, anlımıza yazılmış olsaydı; Rabbimiz, tedbirli olmamızı, tehlikeden korunmamızı, kendimizi öldürmememizi ister miydi? “Siz ne tedbir alırsanız alın, boştur. Kaderiniz alnınıza yazılmıştır. Onu göreceksiniz.” derdi. İnsana akıl, düşünme yeteneği, irade, feraset vermesine de gerek yoktu. Ayrıca iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı bilmemiz için kitap ve peygamber de göndermezdi. Yaptıklarından, kulunu sorumlu da tutmazdı. Her şeyi kendisi yazmışsa; kula düşen; senaryodaki rolünü oynamak olurdu.
Oysa Rabbimiz, hayat rehberimiz Kur’an’da sürekli aklımızı kullanmamız, düşünmemiz, araştırmamız, ilme ve bilime yönelmemiz, ibret almamız; faydalı, dürüst işler yapmamız için uyarıyor bizi. Sorumluluğunun bilincinde olup ona göre davrananları cennet ile müjdeliyor. Sorumsuz davrananları da cehennem ile cezalandıracağını bildiriyor.
Kader, ölçüdür. Vahyin ışığında, Peygamberin yürüdüğü doğru yolda yürümeye rehberlik eden bir akıldan daha güzel kader (ölçü) var mı!
Her işin kendi ellerinde olduğunu söyleyen, Allah’ın iradesini inkâr eden Mutezile (Kaderiye) mezhebindekiler de; kendi iradelerini inkâr edip her şeyin alınlarına yazıldığını iddia eden Cebriye mezhebindekiler de yanılıyor.
Elinden geleni yapıp bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmesi bildiriliyor insana.
Hicretin 18. Yılıydı… Suriye köylerinden “Amevas”ta veba salgını başladı. Ortalığı kasıp kavurdu. Suriye, Mısır ve Irak’ta nice Müslümanlar hayatlarını kaybettiler. Hz. Ömer halifeydi. Yerine Hz. Ali’yi vekil bırakarak Şam’a gitmek üzere yola koyuldu. Ebu Ubeyde ve diğer komutanlar onu “Seng” denilen yerde karşıladılar. Veba salgınından bahsettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, geri Medine’ye döneceğini bildirdi.
Ebu Ubeyde: “Ey Müminlerin emiri, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.
Hz. Ömer: “Allah’ın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçıyorum.” cevabını verdi.
Abdurrahman bin Avf, onların konuşmalarını duyunca, şöyle dedi: “Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: ‘Bir yerde veba bulunduğunu haber alırsanız, oraya girmeyiniz. Sizin bulunduğunuz yerde veba çıkarsa, oradan da çıkmayınız.’”
Ne güzel bir tedbir uyarısı!
Hz. Enes (ra), anlatıyor: “Bir adam Resulullah (as)’a gelerek: ‘Hayvanımı bağlayarak mı yoksa serbest bırakarak mı Allah’a tevekkül edeyim?’ diye sordu. Allah’ın Resulü, ona: ‘Deveni bağla ve sonra Allah’a tevekkül et.’ buyurdu.”[12]
3- Rabbimiz bazen de verdiği felaketlerle; azan, zulüm ve haksızlık eden asi kullarını dünyevi küçük cezalarla uyarıyor. Haksızlıktan ve kötülükten vaz geçip uslanması, hakka, adalete, dürüst ve ahlaklı olmaya, itaate, kulluğa yönelmesi için felaketleri bir ikaz, bir ihtar olarak gönderiyor.
Kur’an’da anlatılan geçmiş kavimlerin felaketleri bu yüzdendir.
“Şu bir gerçek ki, onlara o en büyük (ahiretteki) azaptan önce yakın (dünya) azabından da tattıracağız. Umulur ki, (kötülükten, zulüm ve haksızlıktan) vazgeçerler.”[13]
“Bu suretle Allah, dünya hayatında onlara rezilliği tattırdı. Ahiret azabı daha büyük, daha şiddetlidir. Keşke bunu bilselerdi!”[14]
“Eğer Allah, insanları yaptıkları (her) haksızlıkla (dünyada hemen) cezalandırsaydı; yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Süreleri geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.”[15]
Kim ne yaparsa sonuçta kendisi için yapar: “Onlara biz zulmetmedik; fakat onlar kendilerine zulmettiler.”[16]
Bu dünyada kâfir de, müşrik de, günahkâr da Allah’ın nimetlerinden yararlanmaktadır. Günü gelince Rabbimiz, verdiği bütün nimetlerin de, ömrün de hesabını soracaktır.
Geçmiş toplumların helak olmalarının sebebi; haksızlık ve zulümdür: “Zalim halktan başkası yok edilir mi?”[17] “Biz, halkı zalim olmayan hiçbir ülkeyi helak edici değiliz.”[18] “Halkı zalim olan nice ülkeyi yerle bir ettik. Sonra yerlerine başka nesiller getirdik.”[19] “İşte bunlar, zulmettikleri için helak ettiğimiz ülkeler.”[20]
Müslümanlar da, zalimlerden başka düşman tanımıyor:[21]
“Zalimin dostu zalimdir. Muttakilerin (Allah’ın yasak sınırlarına korkarak uyanların) dostu da Allah’tır.”[22] “Allah, zalimleri sevmez.”[23] Zalimleri sevenleri de sevmez.
“Kim bir zalime yardım ederse; Cenabı Allah, o zalimi, ona da musallat eder.” buyuruyor Önderimiz (as).[24]
Bir Müslüman’ın, zalimin yanında yer alması, onu desteklemesi zaten düşünülemez! Ona meyletmesi,[25] razı olması veya sessiz kalması da yasaklanıyor.[26]
Felaketler hangi sebeple gelirse gelsin… Bize düşen; devemizi sağlam kazığa bağladıktan sonra duayla ve sabırla O’na kulluğa devam etmektir.
[1] Mülk: 67/2
[2] Al-i İmran: 3/186
[3] Bakara: 2/155
[4] Bakara: 2/153
[5] Bakara: 2/152, 172; Nahl: 16/114
[6] Bakara: 2/195
[7] Şura: 42/30; Nisa: 4/79; Ali İmran: 3/182
[8] Nisa: 4/29
[9] Rahman: 55/8, 9
[10] Bakara: 2/11, 12
[11] Enfal: 8/53; Ra’d: 13/11
[12] Tirmizi, Kıyamet 61, (2519)
[13] Secde: 32/21
[14] Bakara: 2/188; Ra’d: 13/34
[15] Nahl: 16/61; Fatır: 35/45
[16] Hud: 11/101; Fatır: 35/32
[17] Enam: 6/47
[18] Kasas: 28/59; Hud: 11/116, 117, 102
[19] Enbiya: 21/11; Hac: 22/45; Neml: 27/52
[20] Kehf: 18/59; Rum: 30/9; Ankebut: 29/31
[21] Bkz. Bakara: 2/193
[22] Casiye: 45/19
[23] Al-i imran:3/57 140
[24] İmamı Gazali, El Munkızu Min- Ed Dalal (Cağaloğlu Yay.): s. 79
[25] Hud: 11/113
[26] Bkz. Enfal: 8/25; Hud: 11/116,117; Şura:42/39