Bir bilgiye istediğimiz an ulaşabileceğimiz düşüncesinin rahatlığında yaşıyoruz. İletişimin bu kadar kolay, çeşitli ve yaygın olduğu bir devir yaşamamıştı dünya daha önce. Uçakla on beş saatte gidebileceğimiz bir ülkenin bir şehrindeki üniversite kütüphanesine internetten saniyeler içinde ulaşmamız mümkün.
İşin bu kadar kolay ve hızlı olması suiistimali de kolaylaştırıyor. Dün bilgiye ulaşabilmek için zaman harcıyorduk, bugün doğru olanı seçebilmek için zaman harcamak zorunda kalıyoruz.
Bilgi kirliliğini bir tarafa bıraksak bile elde edilen bilgiden gereği gibi faydalanabilmek de ayrı bir önem kazanıyor bu durumda. Öyle ya; bilgiye bu kadar hızlı ve kolay “herkes” erişiyor. Farklı olmak bilgiyi herkesten farklı kullanabilmekte yatıyor.
İşte tam bu noktada “algı”nın ehemmiyeti öne çıkıyor, “kavrama”nın kıymeti anlaşılır oluyor. Pek azımız bir gemiyle okyanusları aşan bir seyahati yaşamışızdır ama filmlerden, internetten kaynaklı bir okyanus algımız var. Devasa dalgalar, şehirleri yutan tsunamiler. Dünyanın büyüklüğüne dair bilgimiz yeterli olmadığından biz bu okyanusların büyüklüğünü yeterince kavrayamayız. Hele bir de dünyanın dörtte üçünün sularla kaplı olduğu bilgisi bizi daha fazla yanıltır bu konuda.
Elinize bir elma alın ve ısırın. Okyanusların derinliği dünyanın büyüklüğüne nispetle işte ısırdığımız o elmanın ip incecik kabuğundan bile daha incedir aslında. Yani denizlere, okyanuslara dair algımız hesabi olmaktan çok algısaldır.
Dünyanın yarıçapı yuvarlak altı bin kilometredir. Okyanusların en derin noktası on bir kilometre olsa da ortalama derinliği de ortalama dört kilometredir. Yani yarıçapın on binde altısı kadar bir kalınlık/derinlik.
Elimizdeki elmanın da on santim çapında olduğunu kabul edersek yarıçapı beş santimetredir ve kabuğunun kalınlığı da milimetrenin onda biri kadardır.
Aynı oranlamayı yaptığımızda elma kabuğunun elmaya oranı binde yirmi gibi bir oran olur ki bu kısaca şu anlama gelir; dünyanın büyüklüğüne oranla okyanusların derinliği kabuğunun elmaya nispetinden bile neredeyse üç kat daha incedir.
Şimdi bir nefes alıp düşünelim. Algımıza ters düşen ama matematik olarak doğru bu bilgiden ne anlamalıyız? Tabi ki algımızın kolay yönetilebilir olduğunu.
Ana kaynaklarına ulaşmadığımız, matematik doğruluğunu test etmediğimiz sürece her bilgimiz algıdan başka bir şey değildir ve yönetilebilir bir alandır.
Diğer bir konu da algı ve kavrama derinliğimizle ilgilidir.
Dünyamızın yegâne uydusu ayın gök kürede izlediği yol bunun için iyi bir örnek olabilir. Şiirlerimize, şarkılarımıza konu olan mehtap (dolunay), hilal... hani nerede olursak olalım başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz veya görebileceğimizi bildiğimiz ay!
Ay kendi etrafında döndüğü gibi aynı şekilde dünyanın etrafında yaklaşık 28 günde bir tur atar. Dünya da güneş etrafında hareketli olduğu için ayın hareketi kendi etrafında dönen bir cismin helezonik hareketidir bu aşamada.
Dünya güneş etrafındaki yörüngesinde, güneş Samanyolu galaksisi içindeki yörüngesinde döner. Samanyolu galaksisi üst küme içinde bir yörüngede hareket eder. Mesafeler çok büyüdüğü için bundan sonraki hareketi bilemesek de onun bir yörüngesel hareket olduğunu düşünmemize engel bir şey yok.
Bu durumda ay; biri kendi etrafında olmak üzere altı iç içe helezonik hareket sergilemektedir. Bunu kavrayabilmek, tahayyül edebilmek, iki boyutlu bir düzlemde resmedebilmek neredeyse imkânsız.
Bu imkânsızlık bizim için elbette. Aklımızın, kavrayışımızın kapasitesiyle alakalı.
Göremediğimiz Hindistan, gördüğümüz aydan kat be kat yakın.
Algıya kurban olmadan ve bilgiye boğulmadan yol alabilmek umuduyla.