Allah ile aldatma, insanın varlık sahnesine çıktığı günden bu güne kadar asla değişmemiştir. Hatta insanın yaptığı ilk yanlış, Allah ile aldatılmanın sonucudur. Çünkü Âdem ve eşinin, cennetten çıkarılmalarına neden olan yasak ağaçtan yemeleri konusunda İblis’in ısrarı ve mücadelesi de Allah ile aldatmak düşüncesine dayanmaktadır. Bu açıdan iblis, Allah ile aldatan ilk varlıktır: “Şeytan onlara, o zamana kadar farkında olmadıkları mahrem yerlerini kendilerine göstermek amacıyla vesvese verdi ve şöyle dedi: “Rabbinizin size bu ağacı yasaklamasının tek sebebi, melekler gibi olmamanız ya da ölümsüz/ebedi bir hayat yaşamamanızdır.” Bir de onlara ‘ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyen samimi kimselerdenim’ diye yemin etti.” (A’râf, 7/20-21)
İblis ile başlayan Allah ile aldatma anlayışı, hem kendisi hem de insanlardan olan dostları vasıtasıyla kıyamete kadar devam edecektir. Bu nedenle Kur’an’da yapılan “aldatıcılar sakın sizi Allah ile aldatmasın!” şeklindeki uyarılarda “aldatıcı” anlamına gelen “ğarûr” ifadesi ile sadece cin şeytanlarından oluşan aldatıcıların değil, düşmanlıkları, saptırıcı özellikleri ve doğru yoldan uzaklaştırmaları açısından şeytanlardan farksız olan insanların da (En’âm 6/112; Nâs 114/6) kastedildiği unutulmamalıdır. Nitekim söz ve fiilleriyle son derece dindar görünen birçok şahıs veya cemaatin, gerek uzak gerekse yakın tarihte Müslümanları Allah ile aldattığına şahit olunmuştur. 15 Temmuz darbe girişimiyle özelde Türkiye, genelde dünya Müslümanları acı bir tecrübe yaşayarak böyle bir anlayışla yeniden karşılaşmışlardır.
Unutulmamalıdır ki 15 Temmuz tecrübesi ne ilktir, ne de sondur. Aynı zamanda bu tecrübe, her Allah diyen, namaz kılan, vahiy bilgisine sahip olan kimsenin doğru yolda olmadığını, İslam adına ortaya çıkmış iddiasında olsa da İslam’a ve Müslümanlara zarar vereceklerinden emin olunamayacağını yeniden öğreten pratik bir ders olmuştur. İslam tarihinde de benzer durumlar söz konusu olmuştur. Ali’yi (ra) Müslümanların halifesi iken şehit eden İbn Mülcem (asıl adı Abdurrahman b. Amr), yüzünde secde izleri olan birisiydi.“Ey Ali! Hüküm sadece Allah’ındır, ne senindir ne de arkadaşlarınındır” diyerek Ali’ye (ra)saldırmış ve kendisi gibilerinden söz ettiğini ima ederek şu ayeti okumuştu: (İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, (Tahkik: Abdullah b. Abdu’l-Muhsin et-Turkî), Mısır, 1998, 11/12-14) “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah da kullarına çok merhametlidir.” (Bakara, 2/207)
İsrail ile dostane ilişkiler geliştiren, bu nedenle dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin ile birlikte 1978 Nobel barış ödülünü alan ve 6 Ekim 1981 tarihinde askeri bir tören sırasında Halid el-İslambûlî tarafından öldürülen Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın mezar taşında bile “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilakis onlar, Rableri katında rızıklandırılmakta olan dirilerdir.” (Âl-i İmrân, 3/169) ayeti ile birlikte şu ifadelerin yazılmış olması gerçekten düşündürücüdür: “İslam için yaşadı, ilkeler için şehit edildi.”
Demek ki, kimi insanların, birkaç göstermelik ibadet ve davranışlarıyla kendilerini Müslüman olarak tanıtmalarının veya toplum tarafından öyle zannedilerek tanınmalarının gerçekte bir önemi yoktur. Önemli olan ibadet, muamelat, bireysel, toplumsal, dünyevî, uhrevî ayrımı gözetmeksizin İslam’ı bir bütün halinde kabul edip yaşamaya çalışmaktır. Dünya ve ahiret saadetine dair her konuda Müslümanlara yol gösteren Kur’an, vahiy bilgisine sahip olduğu halde doğru yoldan sapan ve başkalarını da saptıran örneklerle uyarmaktadır. Bu örneklerden birisi, ayetlerde ismi açıkça zikredilen Sâmirî, diğeri ise ayetlerde ismi zikredilmese de rivayetlerde ismi Bel’am olduğu bildirilen kişi. Her ikisinin ortak özelliği İsrailoğulları’na mensup ve vahiy bilgisine sahip olmalarıdır.
Sâmirî, İsrailoğulları’nın ileri gelenlerinden olup daha önceden iman eden ve Mûsâ (as) ile birlikte Mısır’dan ayrılan İsrailoğulları arasında bulunan birisiydi.(Tâhâ 85. Ayetin tefsiri: Kurtubi, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, 14/118; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, 6/248; Şevkânî, Fethu’-Kadîr, 3/520.)Mûsâ (as), Allah ile konuşmak üzere Tûr’a çıktıktan sonra, İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkarken beraberlerinde getirdikleri süs eşyalarını toplayıp canlı gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmış, “bu hem sizin, hem Mûsâ’nın ilahıdır, fakat Mûsâ bunu unutmuş” diyerek toplumu kandırmış, hatta ömür boyu değil sadece Mûsâ’nın (as) dönüşüne kadar buzağıya ibadet etmeye devam etmeleri gerektiğine inandırmıştır. (Tâhâ, 20/87-91) Mûsâ (as) döndükten sonra gördüğü tablo karşısında öfkelenmiş, önce halef olarak bıraktığı Hârûn’a (as) hesap sormuştur. Daha sonra da Sâmirî’ye dönerek “bu yaptığın nedir ey Sâmirî?” diye çıkışması üzerine Sâmirî şu cevabı vermiştir: “Ben İsrailoğulları’nın idrak etmediği bazı şeyleri idrak ettim. Ben elçinin izine/yoluna (dinine) önce sarıldım, sonra da terk ettim. Böyle yapmayı nefsim bana güzel gösterdi.” (Tâhâ, 20/96)
Birçok tefsirde yer alan asılsız rivayetlerden hareketle, ayeti, tercih ettiğimizden farklı olarak çeviren meallere göre ise Sâmirî’nin, Mûsâ’ya (as) vahiy getiren Cebrail’i gördüğü, bereketini umarak ve kutsallık atfederek atının ayak izinden aldığı toprağı eritilen süs eşyalarının içine attığı, böylece canlı gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yaptığı sonucu çıkarılmaktadır. Bu iki çeviriden hangisi tercih edilirse edilsin, Sâmirî’nin hem toplumda kendisine olan güveni hem de dini bir takım unsurları istismar ederek İsrailoğulları’nı kandırdığı anlaşılmaktadır. Kur’an’da verilen diğer örnek ise şudur: “Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim verdiğimiz kimsenin haberini oku: O adam bu ilme rağmen o âyetlerden sıyrılıp uzaklaştı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri oldu. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüceltirdik, fakat o, dünyaya çakılıp kaldı ve arzularına uydu. Onun hali, üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun misalidir. Sen düşünsünler diye bu olayı onlara anlat!” (A’râf, 7/175-176) Ayette söz konusu edilen kişi ile kimin kastedildiğine dair farklı görüşler bulunsa da öne çıkan isim Bel’am’dır. Bel’am, İsrâiloğulları’nın alimlerinden olup duası makbul olanlardan idi. Bu nedenle zor ve sıkıntılı durumlarda onu öne geçirirlerdi. Mûsâ (as), onu ilmi sebebiyle Allah’a davet etmek üzere Medyen kralına göndermişti. Kral ona bazı hediyeler verince o da kralın dinine uyarak Mûsâ’nın (a.s.) dinini terk etti. (A’râf 175. Ayetin tefsiri: Taberî, Câmiu’l-Beyân, 10/572-573; İbn Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz, 2/478; Râzî, Mefatîhu’l-Ğayb, 15/57; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, 9/383; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’anil-Azîm, 6/449.)
Elbette İslam’ın farz kıldıklarını yerine getirmek, haram kıldıklarından kaçınmak Müslüman olmanın gereğidir. Ancak dinin namaz, oruç, hac gibi belli başlı birkaç emrini yerine getirmek, belli kıyafetler giyinmek veya içki, zina, domuz eti yemek gibi birkaç yasağından kaçınmakla birlikte, Allah ve Resulünden başkasına verilmeyen yetkileri lider veya önder kabul edilen hiç kimseye vermemek, Kur’an ve sünnetin açıkça ortaya koyduğu şekilde tevhidi bozan, şirke neden olan anlayışlardan uzak durmak da yapılan kulluğun gereğidir. Hatta sadece Allah-kul ilişkisini ilgilendiren konularda tavizsiz olan, ama ticaret, sosyal hayat, evlilik, kul hakkı gibi insanlara karşı davranışlarında Allah’ın yasalarını kabul etmeyenlerin ibadetleri, özellikle de kılık kıyafetleri aldatıcı olmamalı, böylelerinin dindar geçinmelerine itibar edilmemelidir.
Bütün bunlardan sonra bilinmelidir ki din adına ortaya çıkan bir hareketin veya cemaatin Allah ile aldatabileceğini anlamak için mutlaka bir darbe girişiminin olması gerekmiyor. Haddi zatında böyle bir girişimden sonra gerçeği fark etmek için İslam’ı bilmek veya ilim adamı olmak da şart değil. Önemli olan, sahip oldukları din anlayışlarının, henüz gerçek yüzlerini gösterecek girişimlerinden önce, ilke, söylem ve eylemlerinden hareketle Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu ile tezat teşkil ettiğini, din maskesi altında Allah ile aldatanlar olduğunu tespit edip gerekli uyarıları yapmaktır. Bu bakımdan din adına ortaya çıkan bir hareketin aslında İslam ile ne kadar bağdaştığı konusunda ilim adamlarının sorumluluğu herkesten daha fazladır. Bu konuda siyasi, askeri, iktisadi, hukuki alanlarda söz sahibi olanların yanılması ve aldanması bir yere kadar mazur sayılabilir. Ancak din adına söz sahibi olduğu iddia edilen ve bu özelliğiyle topluma yön veren konumda bulunan kimselerin, suret-i haktan görünen ama gerçekte Allah ile aldatan bir hareket olduğunu tespit edememeleri için hiçbir mazeret geçerli değildir. Çünkü İslam’ın doğru ve yanlış, emir ve yasak olarak kabul ettiği hakikatler bu gün ortaya çıkmış değil ki bunlara uygun olan ve olmayanların tespitinde zorluk yaşansın. On dört asırdan beri değişmeden günümüze kadar ulaşan bu hakikatler varken, ilim adamlarının yanlış tespitte bulunmaları ancak iki şeyle izah edilebilir: Ya din adına ümmete öncülük yapan bu ilim adamları aslında dini bilmiyorlar; ya da bildikleri halde bunu gizliyorlar. Bu durumda birinci ihtimale göre böylelerinin yapıkları cehalettir; ikinci ihtimale göre ise ihanettir.
Şunu açıkça ifade etmeliyim ki, meseleyi, 15 Temmuz darbe girişimi ile maskeleri düşen ve Allah ile aldattıkları ortaya çıkan FETÖ ile sınırlandırmak maksatlı değilse basiretsizliktir. Bu itibarla benzer yöntemleri kullanarak toplumu ifsad etmeye yönelik faaliyetlerde bulunmaya devam edenlerin de tespit ve teşhis edilmesi, daha sonra neden olacakları tahribata karşı toplumun uyarılması ve şimdiden tedbirler alınması elzemdir. Bu itibarla, gerek çalışmalarıyla gerekse kılık kıyafetleriyle görünüşte son derece dindar zannedildiği halde peşinden gidilmeyecek, din adına söylemleri ciddiye alınmayacak olan kimselerin ve cemaatlerin tespitine dair önemli gördüğüm bazı özelliklerini hatırlatarak konuyu noktalayalım: İslam’dan ziyade kendi istikballeri için mücadele edenlerin, dünyevi imkân ve makamları kendilerinden başkalarına layık görmeyenlerin, belirledikleri amaçlarına ulaşmak için meşru olmasa da her yolu mübah görenlerin, Müslümanlar için var olmak yerine kendi varlıkları için Müslümanları kullananların, Müslümanlara yardım etmek yerine Müslümanlardan toplamak zorunda oldukları (!)yardımlar sayesinde ayakta kalanların…… dindarlıkları aldatıcı olmaktan öteye geçemez. Dinin yaşanmasını, lider/önder kabul edilen şahısların varlığına bağlayan, onların ölümü ile davasını bırakan bir anlayış samimiyetten uzaktır. Çünkü sahabenin, İslam’ı yaşamayı, Allah Resulü’nün (as) yaşamasına bağlamaları bile Allah tarafından uyarı konusu yapılmıştır: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de birçok elçi geldi ve geçti. Şimdi eğer Muhammed ölür veya öldürülürse eski inançlarınıza mı döneceksiniz? Kim Muhammed öldü veya öldürüldü diye eski inancına dönerse, Allah’a hiçbir zarar vermeyecektir. Elbette Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Lider/önder kabul edilen şahıslara kayıtsız şartsız itaatin söz konusu olduğu, yaptıkları her işte bir hikmet arama saflığının bulunduğu bir anlayış aldatıcı dindarlıktır. Çünkü kayıtsız şartsız itaat sadece Allah’adır. Allah Resulü’ne (as) bile kayıtsız şartsız itaat yoktur. (Mumtehine 60/12) Bedir’de Müslümanların karargâhı olarak tespit edilen yerin, sahabenin itirazı ile değiştirilmesi; Hendek savaşında Medine’deki hurmaların yarısının,bundan sonraki saldırılarını engellemek maksadıyla müşriklere verilmesine dair Allah Resulünün (as) teklifinin kabul edilmemesi bunun tipik örnekleridir.
Lider/önder kabul edilen şahıslara olağanüstü özelliklerin verildiği, başka insanlardan ayrıcalıklı oldukları ve bunun insanlar üzerinde egemenlik kurma aracı haline getirildiği bir dindarlık da insanları aldatan bir dindarlıktır. Böyle olağanüstü güçlerle donanmış bir lider/önder anlayışı, müşriklerin peygamberlik için öngördükleri, Allah’ın da ısrarla reddettiği özellikleri başkaları için kabul etmek, dolayısıyla Allah Resulü’nün (as) “beşer peygamber” olduğu düşüncesini rafa kaldırmak anlamına gelmektedir. Çünkü Allah Resulü’nün (as) davetinin reddedilme gerekçelerinin en önemlisi, olağanüstü özelliklere sahip olmaması, herkes gibi bir hayatı yaşamış olmasıdır: “İnkârcılar dediler ki: Bu ne biçim peygamber! Yemek yiyor, çarşılarda dolaşarak alış verişini kendisi yapıyor. Ona bir melek indirilseydi de insanları korkutup uyarsaydı! Ya da ona bir hazine/define verilseydi veya ürünlerini yiyeceği bir bahçesi/çiftliği olsaydı…”(Furkân, 25/7-8. Ayrıca bak. İsrâ, 17/90-93) Ayrıca Allah Resulü’nün (as) Uhud günü yaralanması, Yahudiler tarafından zehirlenmesi;(Tahrim sûresi ilk ayetlerinin nüzul sebebi olan) hanımlarının komplosuna maruz kalması üzerine bazı şeyleri kendisine yasaklaması ve Allah tarafından uyarılması; hicret yolculuğunda yolu bilmemesinden dolayı müşriklerden birisini (Abdullah b. Uraykıt) yol gösteren rehber/kılavuz olarak edinmesi; Sevr mağarasında saklanarak kendini koruması… gibi olaylar da Allah Resulü’ne (as) bile olağanüstü özellikler isnat edilmediğine, onun da kendine göre bir takım zaafları olduğuna dair örneklerdir.
Lider/önder kabul edilen şahısların Allah Resulü (as) ile görüştükleri ve istişare ettikleri, hatta bazen Allah ile görüştükleri, onlardan aldıkları bilgilerle hareket ettikleri anlayışı üzerine kurulan bir dindarlık aldatıcı dindarlıktır. Çünkü Peygamberlerden sonra hiç kimse Allah’la görüşmemiştir, görüşemeyecektir; Allah Resulü (as) de (rüyada görmek dışında) kimsenin özel sohbetine gelmemiştir, gel(e)mez. Bu tür iddialar vehm ve hayalden başka bir şey değildir. Çünkü Allah Resulü (as) ile görüştüğünü söyleyip bilgi nakletmek, bir açıdan dinin tamamlanmadığını iddia etmektir. Zaten bize intikal etmiş olan hadislerde var olan bilgiler naklediliyorsa görüştüğünü iddia etmenin bir alamı yoktur; yeni bir bilgi nakledildiği iddia ediliyorsa, o zaman bu dinin tamamlanmadığı anlamına gelir ki bu durum, Allah’ın “bu gün dininizi tamamladım” (Mâide, 4/3) sözünü geçersiz kılar.
Lider/önder kabul edilen şahısların gelecekten haber verdikleri, gaybı ve insanların kalplerinden geçenleri bildikleri üzerine kurulan bir dindarlık, aldatıcı dindarlıktır. Çünkü peygamberler de dâhil olmak üzere hiç kimse gelecekten haber veremez, gaybı ve insanların kalplerinden geçenleri bilemez. Gaybın bilinmesi Allah’a, gayba iman ise insana ait bir özelliktir. Diğer bir ifadeyle gayb Allah için bilgi, insan için iman konusudur. Allah’ın, sadece elçilerinden dilediğine dilediği kadar gaybe dair bilgi vermesi ve peygamberlerin de kendilerine verilen bu bilgiyi haber vermeleri mümkündür: “Allah gaybı bilendir; bu nedenle razı olup dilediği elçilerinden başka kimseye gaybını bildirmez.”(Cin, 72/26-27)
Allah Resulü (as), karar vermesi için kendisine intikal eden davalarda, davacı ve davalıların kalplerinden geçenlerden değil, ifadelerinden hareketle haklı ve haksızı tespit edebiliyordu. İfadelerin doğru olup olmadığını bilmediği için yanlış karar verebileceğini, bu kararların neticesinde elde dilen bazı haklar nedeniyle insanların ahirette hesaba çekileceğini bildirmiştir: “Şüphesiz siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Ben sadece bir beşerim. Bazılarınız delilini bazılarınızdan daha iyi anlatabilir. Ben de sizden dinlediğim bu sözlerinize göre aranızda hükmederim. Bu nedenle gerçekte hak etmediği halde kimin lehinde kardeşinin (hasmının) hakkından bir şey almasına hükmedersem sakın o kimse o şeyi almasın. Çünkü ben o kimse için ancak ateşten bir parça kesmiş olurum. O kimse o parçayı kıyamet günü beraberinde getirir.” (İbn Mâce, “Ahkâm” 5)
Lider/önder kabul edilen şahısların hatasız ve kusursuzluğu üzerine kurulan bir dindarlık muhataplarını aldatan bir dindarlıktır.Hatasız olmak sadece Allah’a mahsustur. Allah Resulü’nün (as) bile yanıldığına, yaptığı hatalarından dolayı uyarıldığına dair örnekleri, kimseyi masum görmemek gerektiğine dair bir işaret olarak okumak gerekir.Allah Resulü (as), yoksul Müslümanlarla aynı ortamda bulunmaya tenezzül etmeyen müşriklerin, kendilerine özel zaman ayırması teklifini kabul etmek üzere iken uyarılması (En’âm, 6/52; Kehf, 18/28); savaş esirleriyle ilgili kararının doğru olmadığının bildirilmesi (Enfâl, 8/67)buna örnek olarak verilebilir. Yine Allah Resulü’nün (as) yaşadığı şu olayın, günümüzde yaşandığı takdirde nasıl bir tepkiye neden olabileceği bile tasavvur edilmez: Ebû Hureyre’nin anlattığına göre “namaz için kamet edilmiş, insanlar ayakta olduğu halde saflar düzeltilmiş bir durumda iken Allah Resulü (as) çıkıp yanımıza geldi. Tam namaz kıldıracağı yerde dikilince kendisinin cünüp olduğunu hatırladı. Bunun üzerine bize‘yerinizden ayrılmayınız’ dedi. Sonra eve gidip yıkandı. Saçından sular damlaya damlaya yanımıza çıktı, tekbir aldı, biz de O’nunla birlikte namaz kıldık.” (Buhârî, “Gusül” 17, Müslim “Mesâcid” 157)
Netice olarak, dokunulmaz, erişilmez, eleştirilemez, seçkin ve ayrıcalıklı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan, diğer insanlardan farklı bir konumda olduklarını bir şekilde benimseten, insanları kendisine kul-köle haline getiren bir anlayışın dindarlığı hiçbir zaman gerçek dindarlık olarak değerlendirilmemeli, rant ve imaj dindarlığı olduğu unutulmamalı, bunu anlamak için de yeni trajedilerin yaşanması beklenmemelidir.