Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Şehir Yazıları -3

Şehir söz konusu olduğunda, İktisadi hareketliliğin ne oranda var olduğuna, vücut bulduğuna bakıldığında; ona bağlı olarak birçok alanda gelişmişlik ve geri kalmışlıkta kendiliğinden zahir olacaktır.


Şehir; İktisat ve toplumsal çabaların mahiyeti…

Günümüzde şehir dendiği zaman, ekonomi anlamında, akla tüm katmanlarıyla ticaret ve sanayi gelir.

Elbette, bunun, aydınlanma çabalarının kalıcı bir eseri olan sanayi devrimiyle sıkı bir ilişkisi vardır.

Doğu’dan ziyade Batı’da sanayi devrimi öncesinde, şehirde var olan ekonomik hayat büyük oranda ticarete ve zanaate (el işçiliği) dayanıyordu. Yapılan ticarette, yine, Doğu’da devam ettiği oranda, tarımsal üretimden elde edilen ürünlerin şehir ile ondan daha küçük olarak tasarlanmış yerleşim yerlerinde alım-satımı söz konusu idi.

Bu durum, Doğu’da uzun bir dönem devam etiği halde, Batı’da, şehirlerde husüle gelen endüstriyel üretim sonucunda, tarımsal ürünlerle birlikte, fabrikasyon üretim diyeceğimiz emtianın da ticarete; alım, satıma konu olduğu bilinmektedir. Fabrikasyon ürünlerin alım satımı, büyük oranda, var olan üretimsel değişime bağlı olarak kendini ihtiyaç olarak hissettiren ve giderek kabul edilen reklam unsuru üzerinden başlamış oldu.

Burada, aydınlanma çabaları sonucu oluşan sanayi devrimi sonucunda; “yeni tarz üretim sahipleri kendilerine hem hammadde bulmak için deniz aşırı topraklarda sömürgeler edinmelerini sağlayıp, hem de şehir ortamında ticaretin rengini ve şeklini değiştirmeye çalışmış oldular.

Yeni tarz üretim şeklinden elde edilen sanayi mamülü ürünler, reklam aracılığıyla müşterisine sunulurken, tarımsal ürünlerde, bazı değişikliklerle birlikte, öteden beri şehirde yer tuttuğu bilinen kırsal kesime mensup insan unsurları tarafından sürdürüldü.

Bizde bu iki durum, uzun bir dönem farklı şekillerde devam etmiş olmakla birlikte, çoğu kez, sanayi mamülü ürünlerin satıma sunulduğu mekânları ortak kullanırken, Batı’da bu durum spesifik olarak kendine özgü kılınan mekânlarda satışa sunuluyordu.

Öyle ki, ta seksenlere kadar, bizde, şehrin çeperinde bulunan tarımsal alanlardan elde edilen sebze, meyve, ve yumurta gibi hayvansal gıda ürünleri, şehrin az ötesinde oluştuğundan dolayı, şehrin sakini olan insanların bilmediği şeyler değilken, bu durum Batı’da, insanların, özellikle de çocukların “mahiyeti bilinmedik ortamlarda” husüle geliyordu.

Gerçi, bu durum bizde de, çocuklarımız için giderek “mahiyeti bilinmeyen ortamlarda” var olmayı sürdürmektedir.

Bu da, yine zincirleme bir şekilde, aydınlama çabaları çerçevesinde oluşan sanayi devriminin doğal bir sonucu olan kapitalist anlayışın hem küresel ölçekte ve hem de “bizim açımızdan” yerel ölçekte, o da muhafazakâr tandanslı liberal bir ortamın sökün etmesi ile alakalı olsa gerek…

Söz sanayi devriminin üretim biçimi üzerinden Batılı şehirlerin sanayi ürünleri ile çeşitli ticari emtianın “bir şekilde” alım satımına geldi ise, burada dönemi açısından yeni bir sınıf olan burjuvaziye de değinmesek olmazdı.

Burjuva sınıfı, eski Batı anlayışında, kırsalda, feodalite örgüsü içerisinde derebeyleri ve serf (köylü) ikilemi ve karşıtlığı dışında, o da sanayi devrimi sonucunda oluşan endüstriyel üretimde çalışacak olan işçi gruplarının oluşumunda kendine verilen görevi yerine getiren bir sınıf olarak, Batı için yeni bir duruma işaret ediyordu.

Bu durumu, aralarında çok mahiyet farkı ve “hayatı algılama ve ona göre eskisine zıt bir oranda, yeni bir yaşam biçimi” oluşturan burjuva sınıfı ile bizde bir zamanlar var olan işçi simsarlarının yapıp ettiği üzerinden kıyaslayabiliriz.

Burjuva olgusu, dünden bugüne, bizimde özendiğimiz burjuvalık denilen olgunun, Batı’dan ziyade, İslam öncesi ve ilk dönemlerinde, Medine’de kendine özgü olup tahkim edilmiş bulunan korunaklı yerleşim birimlerine sahip Yahudi topluluğunun, oradan dünyaya, özellikle de Batı’ya göç etmeleri neticesinde, orada oluştura geldikleri ve adına” burç” denilen kale gibi yerlerden kinaye olarak şekil değiştire, değiştire kendine yer bulmuştur.

Zaten, burjuvazinin anlamına bakıldığında; burjuva, köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişi. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa burjuvazi dendiği görülür.(1)

“Buruç kelimesi Endülüs yoluyla Hristiyan Avrupa’ta da geçmiştir. Burjuva, burçlarda oturan varlıklı kesimin adıdır. Burjuvazi, bu kesimin oluşturduğu sosyal düzenin adıdır. Avrupa kentlerinin birçoğunda bu isim yaşamaktadır. Hamburg, Duisburg, Strazburg bunlar arasındadır.” (2)

Konumuz, şehir hayatında, “kırsaldan farklı olarak” kendine özgü bir iktisadi çerçeve içerisinde toplumsal çabaların mahiyeti olduğuna göre; tarihleri boyunca, genellikle ticaret ve tefecilikle işi (faiz) ile iştigal eden Yahudi topluluğunun, Medine’de kendilerine mekân olarak tasarladıkları “burçlar/kaleler” üzerinden sanayi devrimi ile belirginleşen burjuvalık durumları; onları taklit eden türedilerin de şahsında, kendini “yenileyerek” sürdüren bir olgu olarak devam etmektedir.

Döneminde Medine (Yesrib) ve çevresinde burçlar içerisinde yaşayan Yahudilerle birlikte, Mekke’de yaşayıp ticaretle uğraşan ve oranın aristokratları olarak bilinip Kur’an’da “dokuzlu çete” (3) olarak tavsif edilen iktisadi sınıf, klasik iktisadi ilişki biçimini bir tarafa bırak(a)madığı için olsa gerek, aristokrat kalarak burjuvaziliğe ulaşmamıştı.

Buna bağlı olarak, aristokrasi bir dönem sonra çehre değiştirip irtfa kaybettiği halde, Yahudilerin, ticareti ve tefeciliği kendileri için “biçilmiş bir kaftan” olarak görmelerine bakılacak olsa, sanki geleceği kestirebilme yetisi ile donatıldıkları düşünülebilir.

Bu durum, aynı zamanda onların hayata bakış açısına, kendilerini toplum olarak temellendirdiklerinde dayandıkları “kurucu” felsefelerine; kısacası “kendilerini kendileri yapan” topyekûn bir tabloya delâlet eder.

Bilebildiğimiz kadarıyla, Yahudi topluluğunun, dünden bugüne, tüm fertlerinin “zengin, ya da aşırı zengin” olmadıkları halde, yayılmış oldukları tüm yeryüzü parçalarında şehir merkezleri dışında kalan ve tüm yönleriyle toplumsal yaşam adına fazla bir şeylerin husüle gelmediği yerleşim yerlerinde (köy vs.) yaşamadıkları bilinmekte olup ticaretin canlı olduğu ortamları sevdikleri söz konusudur.
Birçok millet için geçerli olmak üzere, bütün olarak Müslüman topluluklarında, Yahudi topluluğunun, yüzlerce yıl önceden bildiği ve içerisinde yaşadığı şehir hayatına çok geç dönemlerde intibak ettiği dikkate alındığına, insanların kahir ekseriyetinin, kırsal ilişki biçimine takılıp kalmasından maada, “gürül, gürül akan” bir su misali, kendi yatağında doludizgin ve geleceğe iz bırakırcasına yaşanan şehir hayatından pek de nasiplenemedikleri sonucuna ulaşabiliriz.

Bu sakil durumun sancılarını bizim coğrafyamızda, önce Türklerin, daha sonra ise Kürtlerin yoğun bir şekilde çektiklerini; her iki halkın gerek “devletli”, gerek “devletsiz” bir şekilde, kendi kurucu felsefelerini oluşturamadan, hayata bakış açılarını; elde uygun doneler olmadığı için netleştirip geliştireme durumları hesaba katıldığında, bu topraklarda şehirleşmenin- aynı zamanda kentleşmenin de- fazlaca hızlı olmayan bir oranda, 19. Yüzyılın sonlarından başlamak üzere şu an içerisinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda dahi, henüz istenilen seviyede olmadığı söylenebilir.

Biz, şehri, her alanda var olan imkânlarıyla değerlendirip orada durup, dünyaya “hiçbir peygamber yoktur ki, şehirde doğmasın, oranın itkisiyle mesajını insanlığa iletmiş olmasın” esprisi ile medeniyete değerli katkılar sunacağımıza, kalıcı, güzel ve anlamlı izler bırakacağımıza, “yat, kalk, rant, mant düşün” kof bir espriyle hareket ededuruyoruz.

Kürtlerin, şehirle tanışmaları büyük oranda, ellilerde başlayan ve kırsaldan şehre göçün tavan yaptığı dönemden ziyade, büyük oranda 12 Eylül sonrası Kürt bölgelerinde gelişen Kürt ulusalcılığı çerçevesinde var olan siyasi sebepler sonucunda meydana gelip onların “yaşamsal olarak” şehirle tanışmaları ve peyderpey şehirli olmalarının yanında; Türklerinde şehirli olmalarını, Anadolu Selçuklu dönemin başlarına tarihlemiş olsak dahi, o da büyük oranda Cumhuriyet döneminin hemen, hemen her safhasında meydana geldi, ama yine de “kırsallık zihniyeti”ni her nedense terkisinde bulundurma suretiyle, o da şehri şehir yapan esprinin farkında olunmadan, onun ayırtına düşülmeden güdük bir şekilde gerçekleşmiş oldu.

Bu güdüklüğü, hemen her alanda gözlemlemek mümkün; konut olarak “ev” inşasında, eğitimde, ticarette, toplumsal ilişkilerin ortaya konulan mahiyetinde vs…

Hani derler ya; “yiğidi öldür, hakkını yeme!” Bizde hiçbir kimsenin, toplumun vb, var olan müktesep hakkını yemeden söylersek eğer, sultanlık dönemlerinde, o dönemin sulta mantığını yansıtan “köylüysen köylü kal ve bana asker yetiştir” (4) mantığıyla hareket etme durumu, -kimse kızmasın, ama- cumhuriyet döneminde tersi bir tabloyu önümüze getirip serdi. O da, ister modernleşmenin etkisi olsun, ister birer paradigmal çerçevesi bulunan “dinin” ve sair ideolojilerin “insana yönelik” mesajının, ancak ve ancak şehir ortamında karşılık bulacağı esprisi, şehirleşmemize etki etti, ama ne kadar katkı sundu; bunun üzerine düşünmek gerek…

İktisadi hareketliliğin ne oranda var olduğuna, vücut bulduğuna bakıldığında; ona bağlı olarak birçok alanda gelişmişlik ve geri kalmışlıkta kendiliğinden zahir olacaktır. Ki, toplumsal çabanın mahiyeti(içeriği) ise, ona göre şekil alacaktır.

Dipnotlar:
1)https://tr.wikipedia.org/wiki/Burjuvazi
2)Mustafa İslamoğlu, “Kur’an Surelerinin Kimliği”, S. 472 Akabe Vakfı Yayınları, İST.- 2011)
3)Neml; 27/48; “Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.”
4) “Padişah değilem çeksem otursam / saraylar yaptırsam asker yetirsem / Hediyem yoktur ki dosta götürsem.”

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR