Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Ortadoğu’nun 300 Yıllık Kaderi

Yusuf Yavuzyılmaz'ın yeni yazısı...


Tamamını İslam ülkelerinin oluşturduğu Ortadoğu da yaşanan süreç, askeri ve yarı askeri diktatörlüklerin, BAAS modeli Arap sosyalizminin temel alan siyasal yapıların ve kabile saltanatlarının oluşturduğu siyasi örgütlenmeler, İslam toplumlarını büyük bir hapishaneye çevirdiği görülüyor. Bu durum, İslam ülkelerinde temel hak ve özgürlüklerin kullanımını büyük oranda kısıtladığı gibi, düşünce özgürlüğünü de ortadan kaldırmaktadır. Üretilen “Rejim karşıtı” anlayışıyla resmi görüşün uzağında duranlar ya da resmi görüşe eleştiri yöneltenler sürgün edilmekte, hapsedilmekte ya da öldürülmektedir. Yöneticilerin öfkesi genellikle, kendileri için tehlikeli gördükleri, muhalif aydınlara yönelmekte, yapılan askeri operasyonlar büyük katliamlara neden olmaktadır. Suriye’den Mısır’a kadar yaşanan sürecin özeti budur.

Osmanlı sonrası, İslam dünyasında yeni oluşturulan düzende, Batılı sömürgecilerin aktif rol alarak oluşturduğu ve kendi çıkarlarını öncelediği rejimler kuruldu. Bu rejimlerin bazıları, Suriye’de de görüleceği üzere, azınlık diktası şeklinde ortaya çıktı. Böylece büyük çoğunluğun azınlık elinde ezildiği totaliter rejimler oluştu. Bölgede sömürgeciliğe set olacak güçlü bir devlet olmamasının doğurduğu boşluk emperyalist güçler tarafından doldurulmaktadır. Bölge devletleri kendi aralarında sağlıklı birliktelikler oluşturamadığı için, siyasetlerini güçlü devletlerden birine yaklaşmakta bulmuşlardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen yeni durum, İslam ülkeleri arasında siyasal farklılaşmalara yol açmıştır. Bu farklılaşma, İslam ülkeleri arasında, bir araya gelmelerini engelleyen, rekabet ve mücadeleye de neden olmuştur. Türkiye bu süreçte Sovyetler tehdidini öne sürerek ABD’ne yaklaşmış, siyasetini bu perspektif doğrultusunda belirlemiştir. Arap devletler ise dönemin etkin ideolojisi doğrultusunda, İslam ile sosyalizm arasında bir uzlaşmayı hedefleyen ve politik karşılığı BAAS olan tek parti rejimlerini kurmuşlardır. Türkiye’nin Batı tercihi 1950’den sonra çok partili rejimin önünü açarken, Arap ülkeleri, sosyalizmin ve Arap milliyetçiliğin de etkisiyle Tek Parti rejimine yönelmişlerdir. Türkiye 1950’den itibaren kurucu partinin muhalefete düşmesiyle yeni bir sürece girerken, Arap ülkeleri bu süreci yaşamamıştır. Muhalefete yer vermeyen tek parti diktatörlüklerinin değişimi devrim veya askeri darbe dışında bir imkana yer bırakmamaktadır. Özellikle Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, diktatörlüklerin devrilmesine yol açıp daha açık rejimlerin kurulmasını sağlayabilirdi. Sloganlar böyle olmasına karşın, egemen siyasal kültür ve Batılılar buna izin vermediler. Yaşanan değişim süreçleri ya kaosla sonuçlandı ya da yeni askeri tek parti diktatörlükleri ortaya çıktı.

Ortadoğu’da bu katı devlet yapılanmalarının olumsuz etkilerini tarihten taşınan toplumsal hafıza, güvenlik ve istikrarı öne alan yapısıyla, bir anlamda azaltıyor. Toplumların sosyo-kültürel yapıları ve geleneksel kurumlar daha büyük toplumsal çatışmaların önüne geçiyor.

Mezhep çatışması temelinde ortaya çıkan Şii- Sünni ayrışması ise, etkileri sadece bölge ile sınırlı kalmayıp, daha çok emperyalistlerin yararlandığı bir aparata dönüşüyor. Bu çatışma, hem İslam ülkelerinin birlikte hareket etmesini önlüyor hem de Batının bölge üzerindeki etkisinin ve denetiminin artmasına zemin oluşturuyor.

İslam ülkelerinde milliyetçilikten kaynaklanan önemli bir sorun alanı vardır. Etnik kimliklere dönük bu ayırımcı tavrın ötesine geçmek gerekmektedir. Bir Müslümanın hangi etnik gruptan olursa olsun, etnik kimliği birincil kimliği olamaz. Çünkü bu kimlik insanın hiçbir çabasının olmadığı verili bir özelliktir. Dolayısıyla hiç kimse bulunduğu kimlikten dolayı sorgulanamayacağı gibi, herhangi bir ayrıcalığı da olamaz. Öte yandan etnik gruplar arasında bir hiyerarşi ve ayırım yapılamaz. İslam açısından etnik anlamda Türk, Ermeni, Kürt, Arap kimlikleri arasında bir fark yoktur. İnsanlar arasında tek meşru üstünlük takvadır. İslam açısından tüm ırklar ve diller Allah’ın ayetleridir. Bundan dolayı hiçbir etnik grubun dili ve kültürü yasaklanamaz. Herhangi bir etnik gruba sahip insan bundan dolayı bir ayırımcılığa tabi tutulamaz. Öte yandan, ahlaki ilkeler etnik gruplar için değil, bireyler içindir. Bundan dolayı etnik gruplar için erdemli, faziletli, ahlaklı tabirleri kullanılamaz. Bu tabirler hangi etnik gruptan olursa olsun insanlar için kullanılır. Hz. Peygamber, “Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur” der. Sözün tekil olması hükmün tümel olmasını engellemez. Bu ilke şöyle anlaşılmalıdır: “Türkün, Türk olmayana, Kürdün Kürt olmayana, Ermeni’nin Ermeni olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur.” Etnik bakımdan hiçbir grup ayırımcılığa tabi tutulamayacağı gibi, hiç etnik grup diğerine üstün kabul edilemez.

Ayırımcılığa uğrayan bizim etnik grubumuzdan olmasa da sahip çıkılmalı ve bu dezavantajlı durumdan kurtulması için her türlü destek verilmelidir. Öte yandan zulüm bizim etnik grubumuz tarafından yapılıyorsa ona koşulsuz karşı çıkılmalıdır. Her ahlaklı insan, “zulüm bizdense ben bizden değilim” ilkesini benimsemelidir.

Kürt sorunu konusunda yürütülen süreç hakkındaki endişeleri anlıyorum ve bir bölümüne hak veriyorum. Ancak toplumsal barış isminin bile ürküttüğü kimseleri anlamakta zorlanıyorum. Eninde sonunda tarihsel korkularımızla yüzleşmek zorundayız. 28 Şubat sürecinde başörtüsünü Atatürkçülüğe ve laikliğe aykırı gören arkaik zihniyetin korkularının hiçbiri gerçekleşmedi. Artık şunu görelim, Türk milliyetçiliği ve Türkçülük sorun çözmediği gibi karşıt milliyetçilikleri kışkırtan bir söylem üretiyor. Şunu kabul etmeliyiz artık: Şu an ki sistem, mevcut felsefesi ve toplum anlayışıyla, toplumsal barış için yeterli değildir. İnsanların kimliklerini, dinlerini, kültürlerini ve dillerini değiştiremeyeceğimize; asimilasyon politikalarının sonuç vermediğini anladığımıza göre, en mantıklı hamlenin sistemi değiştirmek olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü bu sistem gönüllü beraberliğe ve barış içinde yaşamaya imkan vermiyor. Toplumsal bir sözleşme olması gereken anayasa, maalesef bir askeri cunta mirası olarak önünüzde duruyor.  Herkesin şikayet ettiği ve değiştirmek istediği anayasal metin, hala bizi yöneten bir metin olarak önümüzde duruyor. Bu anayasa ile hukuk devleti oluşturmak ve barışı sağlamak mümkün değildir. Toplumun önemli bir kısmının sahiplenmediği resmi ideoloji değişmek zorundadır.

Öte yandan, toplumsal ve siyasal sorunları çözmek için ideal ve realite arasında sağlıklı bir denge kurmak gerekmektedir. İdeale sıkı bağlılık realite ile bağları koparabileceği gibi, salt realiteye bağlılık insanı pragmatik bir ahlaka mahkum eder. Realiteyi ihmal eden siyasetin gerçeklerden kopuk ütopik hayalciliğe, ideali ihmal etmenin ise ilkesizliğe ve tutarsızlığa götürme tehlikesini barındırır. Türkiye’de çoğu iktidar muhalefette iken vaat ettiği ütopik tasavvurun altında ezilmiştir. Bazen realite size hareket edeceğiniz sınırlı bir alan bırakır. Bazen de realiteyi bahane ederek değişimden uzaklaşırsınız. İktidar olmak bir siyasal projeyi uygulamak değil, iktidarın nimetlerinden yararlanmak olunca, halkın dediği gibi “bal tutan parmağını yalar” ilkesizliğine savrulursunuz. Samimiyet, açıklık, hukukun üstünlüğü, şura, istişare, denetlenebilirlik ve tutarlılık ideal siyasetin temel ilkeleridir.

Bana yapılan en büyük eleştiri, “Türkleri neden dert edinmiyorsun.” eleştirisidir. Öncelikle şunu ifade edeyim, benim önceliğim mazlumlardır; ülkeleri işgal edilenlerdir; dilleri, kültürleri, inançları yasaklananlardır; Siyonist işgal altında yaşamak ve varolmak mücadelesi verenlerdir; kendi halkına bomba yağdıran ve ülkelerini zulüm diyarı kılan diktatörlere karşı direnenlerdir. Bu açıdan Kürtlerin, Filistinlilerin, Uygur Türklerinin, Suriyeli mültecilerin yanındayım. Bu nedenle Filistinliler, Kürtler, Çin’deki Uygur Türkleri, Suriyeli mülteciler benim önceliğimdir. Bir gün Türkiye, Siyonistler tarafından işgal edilirse, dilleri, kültürleri yasaklanırsa, inançları yüzünden zulüm görürlerse hiç kuşkusuz onların safında yer alacağım.

Ortadoğu’da eski siyasal paradigmalarda ısrar ederek sorunlara çözüm üretmek mümkün değildir. Unutmayalım ki, en büyük sorunlardan biri bölgenin dini ve etnik çoğulculuğuna uymayan ulus devlet örgütlenmeleridir. Sorunlu bir yapıyla sorunlara çözüm üretemeyiz. Artık zaman 1920’ler değildir. Zamanın ruhu değişmiştir. Yeni siyasal dilin parametreleri milliyetçilik, tekilcilik, otoriterlik ve devletçilik olamaz. Farklılıkları zenginlik kabul eden, çoğulculuğu siyasallığın temeline yerleştiren, hukuku öne çıkaran ve her tür etnik hiyerarşiyi reddeden bir siyasal anlayışa ihtiyaç var. Sorun çözmeyen atıl aklı terk etmek zorundayız.

Yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var. Kimsenin kendini dışarıda hissetmeyeceği bir sözleşme en acil ihtiyaçtır. Bu sözleşmenin nasıl ve ne şekilde olacağının ipuçları “Medine Vesikası”nda fazlasıyla vardır.

 

Kaynak: farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR