Tarih boyunca idealizmi ve dinamizmi elden bırakmayanlar üstün gelmişlerdir. İdeallerini ve dinamik ruhunu kaybedenler kaybolmaya ve yok olmaya mahkûm olmuşlardır. Sosyologlar, “çok gelişmiş, az gelişmiş ve hiç gelişmemiş” ülkelerin insanları üzerinde bir araştırma ve inceleme yapmışlar. Neticede gelişmişliği ve gelişmemişliği zamanı düzenli kullanan dinamik insanlara ve zamanı hoyratça, düzensiz kullanan pasif insanlara bağlamışlar. Gördükleri manzara buydu!
Tam da bu noktada karşımıza Kur’an’ı Kerim’in hayat ve hareket anlamında kullandığı “heyecan” kavramı önümüze çıkmaktadır. Zira Kur’anı Kerim’de “heyecan” kavramı iki yerde “yehicu” şeklinde fiil formu ile yer almaktadır. (Zumer-21; Hadid-20) Her iki yerde de “hayat ve hareket” anlamında gelmiştir. Bunun anlamı şudur: “Heyecan, hayattır, hareket hayattır.” Bu anlam çerçevesinde Kur’an’a göre; “Heyecanını kaybeden, dinamizmi kaybeden bir toplum hayatını kaybeder” demektir.
Bu duruma Kur’an’dan bir örnek verelim: Hz. Yusuf (a.s) Mısır’da Müslümanların hâkimiyetini sağlamıştı. Onun verdiği mücadele sayesinde o dönem İsrail oğulları Mısır’da saygın ve güçlü idiler. Uzun bir ara izzetli ve huzurlu bir şekilde yaşadılar. Peki, ne oldu da daha sonra Firavunlar tekrar hâkim olup onların çocuklarını boğazlamaya başladılar. Zülüm ve azgınlık tekrar arşı alayı titretmeye başlamıştı? Bunun sebepleri üzerinde durmamız önemlidir. İdealizmi ve dinamizmi terk eden ve sahadan çekilen israiloğulları bunun bedelini çok acı bir şekilde ödediler.
Aynı örneği Endülüs için de verebiliriz. Aynı örneği Osmanlının yıkılışı için de verebiliriz. Bütün bunlar niçin yaşandı? Ne oldu da, nerede yanlış yaptık da aldığımız bütün bu yerler ellerimizden alındı? Biz nasıl bir hata işledik de iktidarı kaybettik? Belki de bu soruya verilebileceğimiz en doğru cevap “daveti ve dinamizmi kaybettiğimiz için… İlk günkü aşkla mücadele etmediğimiz için… Laçkalaştığımız, rehavete kapıldığımız, yozlaştığımız ve dünyevileştiğimiz için…” Hâlbuki son nefese kadar mücadele azmimizi korumakla mükellef tutulmuşuz. Yüce Allah: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et”[1] buyurmuştur.
Müderris Hüsrev Efendi, talebe yetiştirmeyi ibadet kabul eder, namaz aşkıyla tedrisat ederdi. İrşad ve talimi İbadet bilinciyle yerine getiriyordu. Talebelerinden Yaşar Tunagür’ün anlattığına göre; Hüsrev hocanın hastalığının ilerlemesi ve gözlerinin çok az görmesi sebebiyle kendisine artık dersin tatil edilmesi teklif edildi. Bunun üzerine Hüsrev hoca; dersi kendi iradesiyle bırakmadığı yolundaki mazeretini dile getirerek Allah’tan af ve mağfiret talep etmiş ve üç gün sonra da vefat etmiştir. Yüce Rabbimin rahmeti kendisini kuşatsın!
Said Havva anlatıyor, İsmail evlat hasretiyle yanıp tutuşan ve yıllarca çocuğu olmayan bir dava adamıydı. Nihayetinde Allah ona bir kız çocuğu verdi. İsmail’in kızı amansız bir hastalığa yakalandı. İhvan ilk kurulduğunda altı kişilik ekip, Hasan El Benna’nın öncülüğünde her hafta bir evde ders yapıyor, ümmetin sorunlarını konuşuyor ve kararlar alıyorlardı. Bir akşam İsmail’in evinde toplandılar, ders yaptılar, kararlar aldılar. Dersin sonunda İsmail dava arkadaşlarına tatlı ikramında bulundu. Hasan El Benna ve arkadaşları evden ayrılırken İsmail, Hasan El Benna’nın elinden tutup, “Üstad, arkadaşlara yarın cenazeye gelmeleri için haber verir misin kızım öldü” dedi. Hasan El Benna, “İsmail kızın ne zaman öldü?” deyince İsmail, “Üstad biz içeride toplantı yaparken” dedi. Hasan El Benna, “İsmail bize niye haber vermedin biz içeride tatlı yedik” deyince İsmail, “Üstadım, kızım öldü davam değil” diye cevap verdi.
Halid ibni Velid ise ölüm döşeğine düştüğünde: “Beni ayağa kaldırın!” dedi. Yanındakiler koluna girerek ayağa kaldırdılar. Halid b. Velid’in son sözleri şöyle oldu: “Beni bırakınız! Şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın. Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Mezarımı da bu kılıcımla kazınız! Zira kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır.” Meseleyi de mesajı da bu onurlu şahsiyetlerin onurlu duruşlarından alıyoruz. Doğrusu küfre ve zulme karşı aziz ve şerefli olduğumuz dönemin sırrını da buradan kavrıyoruz.
Enes ibni Malik’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlallah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Herhangi birinizin elinde bir hurma fidanı varken, kıyamet kopacak olsa dahi derhal onu diksin.” Yani asla ümidini yitirmesin, dinamizmi bırakmasın… Zülüm, baskı ve işkencelerin İslam coğrafyasını kuşattığı nice dönemler gelip geçmiştir. Adeta kıyameti yaşatan dehşetli sahnelere maruz bırakıldı Müslümanlar… Ancak hiçbir zaman azimlerini, ümitlerini yitirmediler. Kimileri mağaralara, kimileri samanlıklara ve kimileri de yeraltına çekilerek mücadeleye ümitle, imanla, özgüvenle devam etmiştir. Onlar kıyameti yaşatan bu acılardan bir diriliş nesli yetiştirdiler… Pes etmediler… Yenilgiyi kabul etmediler… Bütün bu acı dolu şartlara rağmen büyük fedakârlıklar ortaya koydular… Yeri ve zamanı geldi onların verdiği o mücadele meyve vermiştir. Biz mağaraları, ahırları, samanlıkları medreseye çevirenlerin umudu, emeli ve hayali değil miyiz?
Kur’anı Kerim’de hem “la taknetu”[2] hem de “la teyesu”[3] ifadelerine yer verilmesinin bize mesajı şudur: “Ümitsizlik bütün yönleriyle ve bütün lehçelerle yasaklanmıştır.” Plutonyus Santus Hz. İsa’nın şöyle buyurduğunu söylemiş: “Karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekânlarda öğrendiğiniz inancı bir gün çatılardan haykıracaksınız ve insanlar buna inanacak.” Ümitsizliğin mazereti ne olursa olsun asla makbul değildir. Bu manada “mümin demek cehennemin ortasında bile olsa cenneti arayan kişi demektir.”
Hz. İbrahim’i (a.s) anlatan Kur’anî pasajda Yüce Allah Hz. Peygambere “Müslümanların ilki olduğunu söylemesini emrediyor.”
“De ki şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi olan Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben sadece bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.”[4] Söz konusu ayet-i kerimede “Müslümanların ilki olma” vurgusu dinamik ruh açısından önemli bir mesajdır. Zira Hz. Muhammed ilk Müslüman değildir. Ondan önceki peygamberler de Müslüman idiler.
Bir taraftan putperest Roma diğer taraftan fanatik Yahudiler tarafından köşeye sıkıştırılan Hz. İsa (a.s) her taraftan kuşatılan biz İslam ümmeti için başarmanın ve yeşermenin ilham kaynağı olmuştur. Yüce Allah onun sıkıntılı ve zor günlerini şöyle anlatıyor: “İsa, onların inkârlarını sezince, ‘Allah yolunda yardımcılarım kim?’ dedi. Havariler, "Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah'a iman ettik. Şahit ol, biz Müslümanlarız" dediler.”[5]
Yeryüzünün en azgın ordularından olan Firavun ordusu tarafından Kızıldeniz’e kıstırılan Hz. Musa (a.s) ve arkadaşları o esnada bile “elbette buradan bir çıkış yolu ve kurtuluş vardır” demişlerdir. Böylece Musa ve dava arkadaşları bize; “bir tarafınızı okyanuslar bir diğer tarafınızı da zalimler kuşatmışsa orada mutlaka bir zafer ve kurtuluş yolu vardır” bilincini aşılamıştır. Yüce Allah bu muhteşem sahneyi bize şu ifadelerle anlatmaktadır: “İki topluluk birbirini görünce Mûsâ'nın arkadaşları, "Eyvah yakalandık" dediler. Mûsâ, "Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" dedi.”[6]
Yeryüzünün en katil en azgın çeteleriyle mücadele eden Salih peygamber…“Şehirde dokuz çete vardı. Bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve ıslaha çalışmıyorlardı. Aralarında Allah adına yemin içerek şöyle dediler: Mutlaka onu ve ailesini geceliğin bir suikast ile öldüreceğiz. Sonra da velisine onun ailesinin öldürülüşüne şahit olmadık. Biz kesinlikle doğru söylüyoruz diyeceğiz. Onlar bir tuzak kurdular. Onlar farkında değillerdi biz de bir tuzak kurmuştuk. Bak onların tuzaklarının sonucu nasıl oldu. Biz onları ve kavimlerini toptan helak ettik. İşte zulümleri yüzünden harabeye dönmüş evleri! Şüphesiz bunda bilen bir kavim için bir ibret vardır. İman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.”[7]
Sütçü imam ve Rıdvan hoca…
Yine zor günlerdi, yine işgal vardı ve zulüm yağıyordu adeta! Maraş uzun bir mesele uzun bir hikâyedir. Halid b. Velid’ten Milli mücadele dönemlerine kadar çok badireler atlatmış ve birçok defa el değiştirmiştir. 31 Ekim 1919 tarihinde ise; hamamdan çıkan Müslüman kadınlara Fransız askerleri: “Burası artık Fransızların hükmünde bir şehirdir. Fransız müstemlekesinde çarşaf, peçe takmak yasaktır” demişler. Kadınların peçelerini çıkarmak istemişler. Kadınlar bağırarak yardım istemişler. Kadınların yardımına ilk koşan kişi çakmakçı Sait: “Ey Kâfirler! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız askerlerinin üzerine yürür. Ancak Fransız askerlerinin ateş açması sonucu Çakmakçı Said orada şehid olur. Sütçü İmam ise kıyamın ilk adımını orada bulunan Fransız askerini öldürerek başlar. Ondan sonra Cuma günü Rıdvan hocanın hutbe okumaması ve Cuma kıldırmaması neticesinde: “Fransız bayrağının dalgalandığı bu topraklarda Cuma namazı kılınmaz” demesiyle halk ümitle, dinamik bir ruh ile direnişe geçti ve kıyama durdu. Sonuç: Kahramanlık destanı yazıldı ve Maraş o günden sonra Kahramanmaraş unvanına kavuşmuş oldu.
Kur’an’ı Kerim’de şahsen okuduğumda içime mutluluk, ümit ve huzur dolduran ayet-i kerime şudur: “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık.”[8] Güneş varsa ümit vardır, değişim vardır dercesine…
Zührî diyor ki: “Said ibni Müseyyeb savaşın birinde bir gözünü kaybetmişti. Sonraki savaşlarda kendisine ‘sen mazursun’ denildiğinde o şöyle cevap verirdi: ‘Yüce Allah hafifi de ağırı da nefire (cihada) çağırmıştır.’ Şayet bizzat savaşacak bir imkân bulamazsam orada bulunmam mücahitlerin sayısını kalabalık göstermiş olur, eşyayı gözetlerim bekçilik yaparım.”[9]
Durum ne olursa olsun bu medeniyetin "korkma! Üzülme!" medeniyeti olduğunu unutmayalım. 1- Hz. Yusuf kardeşine: "لا تبتئس/üzülme, tasa etme" (Yusuf-69) demiştir. 2- Yüce Allah Hz. Nuh'a "لا تبتئس/üzülme, tasa etme" (Hud-36) demiştir. 3- Hz. Muhammed (s.a.v) arkadaşına: "لا تحزن/ üzülme" (Tevbe-40) demiştir. 4- Cebrail Hz. Meryem'e: "لا تحزنى/ üzülme" (Meryem-24) demiştir. 5- Yüce Allah Hz. Musa’nın annesine: "لا تحزنى/ üzülme" (Kasas-7) demiştir. 6- Melekler Hz. Lut'a "لا تخف ولا تحزن/ korkma, üzülme" (Ankebut-33) demişler. 7- Hz. Şuayb Hz. Musa'ya " لا تخف/ korkma" ( Kasas-25) demiştir. 8- Melekler Hz. İbrahim'e: "لا تخف/ korkma"(Zariyat-28) demişler. 9- Yüce Allah Hz. Musa'ya "لاتخف/korkma, çünkü sen güvendesin" (Kasas-31) demiştir. 10- Melekler Hz. Davud'a "لا تخف/ korkma" (Sad-22) demişler. "Korkma ve üzülme" medeniyetine mensup bir ümmet olduğumuz için Mehmet Akif ise zor ve dar günlerden geçtiğimiz bir dönemde "لا تخف/ korkma" demiştir. Yüce Rabbim bizleri meleklerin "Korkmayın, üzülmeyin" (Fussilet-30) telkinlerine mazhar eylesin diyerek yazımızı ümit veren bir hikâye ile tamamlayalım:
Hamile bir ceylanın doğum sancısı başlar ve rahat doğum yapmak için ormanın uzak bir köşesine çekilir. Nehrin kenarında yavrusunu doğuracağı esnada, gök gürledi, şimşek çaktı ve ormanda büyük bir yangın meydana geldi. Zavallı ceylan yangından kurtulmak için sağına döndü ona ok atmak için bekleyen bir avcı, soluna döndü pusuda bekleyen aç bir aslan gördü. Bir tarafta yangın, bir tarafta nehir, bir tarafta avcı diğer bir tarafta ise aslan dört bir yanı tehlike ve ölüm ile dolmuş vaziyette zavallı ceylanın…
Bu durumda Ceylan, ya avcının okuna teslim olacak ya aç olan aslana yem olacak ya suda boğulacak ya da ateşte yanacaktı... Zavallı ceylanın dört bir yanı tehlikelerle doluydu. Kaçışı yoktu, tehlikeler içinde yapacak bir şeyi yoktu ne yapmalıydı? Güçsüz ve hamile olduğu için kaçarsa yakalanacak ve kendisini kurtaramayacaktı... Bundan dolayı ceylan o an için gücünün yettiğini yapmaya karar verir... Yani o an için doğumuna odaklanmaya karar verir ve diğer şıkları düşünmez, Allah'a tevekkül eder... O bu durumda iken bir şimşek çakar avcının görüşünü kapatır, ceylana attığı okun yönünü değiştirir ve ok aslana isabet eder ve aslan ölür. Şakır şakır yağan yağmur yanan ormanı da söndürür. Böylece ceylan sağ selim doğumunu yapar ve kurtulur...
Evet, hayatımızda her yönden kuşatılmış olabiliriz, kötü fikirler ruhsal bunanımlar, başımıza gelen zorluklar, sıkıntılar olabilir. Ancak ümitsizliğe düşmeden yapmaya gücümüzün yettiği işe odaklanacağız, geri kalanını, takatimizin yetmediğini ise tüm insanlığın hayatını düzenleyen Allah’a bırakacağız. Bu kainatın bir sahibi vardı ve O bize yeter!