Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Aşiret kabile ve millet

”Aşiret ve kabileler üzerinde eksik çalışmalar yapan kimi yazarlar yanlış sonuçlara varıyor. Medyaya yansıyan haber yayınlarda bu konuyla ilgili düşüncesini aktaran şahıslar zaman zaman hakarete varan cümleler sarf ederek bu yaşam tarzını sürdüren vatandaşlarımızı rencide ediyor ve zor durumda bırakıyorlar. Bilhassa aşiretlerin namus mefhumunu ve adalet anlayışlarını yerden yere vurarak, ahkâm kesip;  çağ dışı ilan ediyorlar. Bu tarz hareketleri yaparken “Aşiret toplanarak şöyle karar aldı, ölüm fermanı çıkardı” deyip işin içinden çıkıyorlar. Aynı şahıslara aşiret nedir?  dendiği zaman; bir araya gelmiş, katı kuralları bulunan akraba toplulukları zannedip öyle tarif ederek işin içinden çıkıyorlar.” …


Aşiret “Arapça bir kelime olup “kabile” karşılığı kullanıldığı gibi kabilenin altında daha küçük bir topluluğu da ifade etmektedir. Türkçe’de ise yaygın olarak göçebe unsurlar için kullanılmış, özellikle Osmanlılar döneminde boyun altında, cemaatin üstünde bir topluluğa ad olmuştur. Osmanlı kanunnâme ve belgelerinde genel olarak “konar göçer” veya “yörük” olarak kaydedilen teşekküller, yukarıdan aşağıya bir sıraya göre, boy (kabile, taife), aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır.” (https://islamansiklopedisi.org.tr/asiret)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, aşiret, kelime bazında kabileye karşılık geldiği üzere, onun altında bulunan toplulukları da içermekte olup şehirden ziyade kırsalda ve aynı zamanda hayatı göçebelik üzerine kurulu konar-göçer toplulukları da içerdiği söylenebilir.

Bu toplulukların, kırsalda(köy) ve konar-göçer olarak “dışarıda” bulunup yaşıyor olsalar da, belli kurallara sahip topluluklar olarak temayüz etikleri kabul görür.

Tamam, yaşanılan mekân ve elde bulunan, bulundurulan “maddi” imkânlara bakıldığında, şehirde yaşayan topluluklara nazaran bazı imkânlardan yoksun iseler de, onların, dinî kurallar ile birlikte, çoğu kez dini kurallarla at başı giden kültürlerinin birleşimi sonucu belli bir yaşam tarzına sahip oldukları bilinmektedir.

Ondan dolayıdır, aynen Mekke dönemi Kureyş kabilesinde görüldüğü üzere, iş bölümlerinin aileler arasında paylaştırıldığı görülür.

Bir aile, o da İslam hukuku çerçevesinde, kendi içerisinden çıkmış bulunan ilim sahibi bir din âliminin çabaları üzerinden aşiretin adalet işleriyle ilgilenirken, bir başka aile diğer bir işle, bir başka aile ise başka bir işle iştigal edip o toplumun gündelik hayatlarını kolaylaştırıcı kararları, o da yine istişare sonucu alıp uygulama alanına sokmaya çalışır.

Bu iş, bir nevi herhangi bir devletin, toplum adına üstlenmiş olduğu “yasama, yürütme ve yargı” makamının işleyiş durumuna benzer.

Zaten, ondan dolayı, belli kurallar ile imkâna ve yetkiye sahip herhangi bir topluluğun yaptığı iş “maksat açısından” aynı olduğu gibi, aşiretinde (ve aynı zamanda kabilenin)üstlenmiş olduğu görevin devlet görevi olduğu çok rahatlıkla söylenebilir.

Ki, birçok devletin bidayetinde görüldüğü üzere Osmanlıyı kuran toplulukta, sonuçta bir boy’a belirli kurallar çerçevesinde bağlı bulunan bir aşiret idi.

Bu gerçeğe ve yanlış ile doğrunun –mahiyeti itibarıyla- birbirinden farklı olmasına rağmen, birilerinin “aşiretin var olan toplumsal ve siyasi etkisini kullanma suretiyle oluşumuna sirayet eden algı/lar üzerinden doğal bir topluluk olan aşirete dair yanlış temelli bilgiler ve oluşan imajlara bakıldığında, aşiretin dünyada yatacağı bir yer kalmış olmuyor.

Bu yanlışlara göz attığımızda; aşirete sahip bir kavmin(Türk, Kürt, Arap vb.) İslam ve onu doğrulayan toprak sistemi dışında toprağa sahibiyeti resmeden “toprak ağalığı” gibi hakkaniyete aykırı birçok uygulamanın, aşiretin adeta âlamet-i farikası olarak lanse edilen yanlışlar üzerinden, aşiret olgusunun canına okunduğu görülecektir.

Halbuki, özellikle de Kür aşiretleri dikkate alındığında, toprak ağalığı sisteminin, İslam’ın öngördüğü toprak sisteminin, bir Batılllaşma projesi olan Tanzimat’ın, birçok alanda yanlış uygulanmasına benzer oranda, toprak sisteminde de devrin yetkililerinin acziyeti ve o acziyet üzerine çöreklenen adeta “gözünü bir avuç toprağın dahi doyuramadığı” kirli zihne sahip mütegalibenin çabaları sonucu o kasvetli dönemin bir eseri olarak toprak ağalığı durumu başlamış olup koca bir topraksız köylü kitlesi oluşmuş oldu!

İşte buna benzer yanlış uygulamalara bakarak aşiret olgusu çoğu kez seküler temelli “resmi söylem” ve kendini o söylem üzerinden oluşturan ideolojik kesimlerin söylemlerinde aşiret olgusu tukaka edilmektedir.

Olması gereken ise, işin tabiatına aykırı seküler söylemin yerine, var olan realite üzerinden hakikati öne çıkarmak olmalı…

”Aşiret ve kabileler üzerinde eksik çalışmalar yapan kimi yazarlar yanlış sonuçlara varıyor. Medyaya yansıyan haber yayınlarda bu konuyla ilgili düşüncesini aktaran şahıslar zaman zaman hakarete varan cümleler sarf ederek bu yaşam tarzını sürdüren vatandaşlarımızı rencide ediyor ve zor durumda bırakıyorlar. Bilhassa aşiretlerin namus mefhumunu ve adalet anlayışlarını yerden yere vurarak, ahkâm kesip;  çağ dışı ilan ediyorlar. Bu tarz hareketleri yaparken “Aşiret toplanarak şöyle karar aldı, ölüm fermanı çıkardı” deyip işin içinden çıkıyorlar. Aynı şahıslara aşiret nedir?  dendiği zaman; bir araya gelmiş, katı kuralları bulunan akraba toplulukları zannedip öyle tarif ederek işin içinden çıkıyorlar.” … “Bir topluluğun aşiret olarak tanımlanması belirli kaidelere bağlıdır. Öyle her önüne gelen topluluğa aşiret denilemez. Peki deniliyor mu? Elbette günümüzde Doğu ve Güneydoğudaki her topluluğa aşiret gözüyle bakılıyor. Bunlar bend mi, aşiret mi, kabile mi, baf mı, malbat mı, yoksa mal statüsünde mi?! Acaba bir topluma ne zaman aşiret ismi verilir. Bunları hiç araştırmıyorlar.”(İbrahim Bozkurt, Aşiretler Tarihi, Temmuz 2022 Nubihar Yayınları, İstanbul)

Aşiret olgusu üzerinden ortaya konan söylemlerin birçoğunun, test edilmeksizin salt ideolojik amaçlarla ayakta tutulduğu ve bir kısmının da, ideolojik hiçbir yönü olmadığı halde, oluşturulan algıya ve onun eseri olan imajın karşılığı olan “yüzer, gezer” söylemin etkisiyle oluştuğu kabul görecek olsa da, yukarıda da belirttiğimiz üzere Tanzimat’ın ilanı sonucu devlet’e ait olan toprakların türedi ağa tipler ile sözde topluma manevi önderlik yaptığı savlanan birçok tarikat çevreleri üzerinden okunduğunda karşımıza “şeyhağa” formu çıkmaktadır.

Bu durumunda, din sömürüsüne dayanan, maneviyattan fersah fersah uzak modern bir durum olduğu gözlerden kaçmayacaktır.

Konu ile ilgili söylersek eğer, Nakşibendiliğin, Orta Asya ve Hindistan macerası sonrasında yönünü Anadolu’ya, özellikle de Kürdistan’a dönmesi üzerine (yani Kürdîleşmesi) başta Kadirilik olmak üzere “yerli” birçok tarikatın saltanatının sarsıldığı ve yerini peyderpey Nakşiliğe bıraktığını biliyoruz.

 

Bir “Şeyhağa” Formu

Hatta Nakşibendiliğin, modernizasyon öncesinde uzun asırlar süren ve Osmanlı ordusunun önemli bir parçası olan Yeniçeri ocağının kaldırılmasının akabinde, askere manevi güç vermesi düşünülen bir yapıya bürünmesi, günümüzde de birçok Kürt yerleşim bölgesini merkez tutması ve yine sağcı politikaların marifetiyle siyaseti belirleyecek duruma gelmeleri bugün de yaşanılan bir durum olarak bilinmektedir.

Bu yapıların bize gösterilen karelerine bakmak bir tarafa, bakılmasının istenmediği kareler ise, iyice incelendiğinde hem işin dinî ve hem de dünyevî tarafı bir araya getirilecek olsa, ortaya apaçık bir şekilde, terkisine feodaliteyi de alan bir “şeyhağa” formunun çıkmış olduğunu görmüş olacağız.

 

Ağa, Şeyh, Devlet

“Şeyhağa” tanımlamasını da kapsayacak ve çok katmanlı bir bakış açısı sunacak bir kitap çalışması, Martin van Bruinessen’e ait “Ağa, Şeyh, Devlet”…

Bugüne kadar konuya dair önemini yitirmemiş bulunan eserde daha fazlasını bulmak mümkün; “Martin van Bruinessen, kitabında esas olarak -devletle ilişkileri çerçevesinde- ağalık ve şeyhlik kurumunun siyasi iktidarla çatışan/çakışan “menfaatlerini” ele alırken, diğer yandan da bu iki muktedir güç arasında sıkışan topraklı/topraksız Kürtlerin toplumsal konumlarına dair yaptığı nitelikli gözlemlerini okuyucuların dikkatine sunuyor.”*

( *https://iletisim.com.tr/kitap/aga-seyh-devlet/7701)

---

Tanzimat’ın acı bir meyvesi olan, ama geçmişi eskilere dayanan aşiret olgusu içerisinde yer almadığı bilinen “toprak ağalığı” sisteminin, kendiside aynı minvalde ortaya konan modernleşme çabalarına bakıldığında, ilk dönem cumhuriyet hükümetlerinin hayata geçirmek istedikleri, adeta bir “namus meselesi”ne dönen toprak reformu, Demokrat Parti iktidarı ile birlikte rafa kaldırılmış oldu.

Gerçi, bu konu o da “oy kaygısı ile” ondan sonraki hükümetler tarafından da dile getirilmişti, getirilmesine, ama bir türlü uygulama alanı bulamamıştı.

Sadece, altmışların görece özgürlükçü ortamında, bazı radikal” sol gruplar, teorisyenler ve şahıslar tarafından dile getirilmiş olsa da, konu bir sosyal demokrat olan Bülent Ecevit döneminde, onun çabaları sonucu ilgili bakanlık bünyesinde “Toprak Reformu Genel Müdürlüğü” adı altında, resmiyette var olan, ama uygulamada hiç mesabesinde bulunan bir yapı söz konusu olmuştu.

Bununla birlikte, gerek Ecevit’in Başbakanlığı döneminde ve gerekse de Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın parti olarak yer aldığı MC iktidarları döneminde genel müdürlük ile birlikte, biri Urfa’da diğeri ise Yozgat’ta iki bölge müdürlüğü tesis edilmişti.

Ama elinde neredeyse sayılmayacak oranda dönüm bazında toprak bulunduran ağaların, özellikle de iktidar olma durumu söz konusu olan partilerle var olan akçeli ilişkileri sonucu, o proje hiçbir aman hayata geçirilemedi. Geçirilemediği gibi, o bölge müdürlükleri, “dönemine “göre” siyasi partilerin arpalığına dönüştü.

O günden bugüne, bu konuya Vatan Partisi ve onun genel başkanı sıfatıyla Doğu Perinçek’in, verimli topraklara sahip olup Türkiye’nin tahıl deposu sayılan Diyarbakır/Bismil’de belki de “devletin etkisini” kullanarak, o da ideolojik söylemler eşliğinde, hareket ettiğini görmekteyiz,  ama onun da yaşanan bölge gerçekliğine uygun düşmediği söylenebilir.

 Bununla birlikte, modern olup verim alınmak istenen yeni tarım şeklinin hayat bulması için hararetle öngörülen var olan toprakların toplulaştırılma düşüncesinin, bu kez tersinden “yeniden” bir tür toprak ağalığına dönüşme riski de söz konusu…

Onun için; “On yıllardır, birçok alanda olduğu üzere tarım alanında da uygulanan yanlış politikalar sonucu, yüz binlerce insan, tarımdan ciddi bir şeyler elde edemeyeceğini görünce, şehre göç etmek zorunda kaldı.

Kırsalda, para edecek malı mülkü olanların bir kısmı, onları bir şekilde elden çıkarıp şehirde bazı işlere yöneldiler. Ya “çok zengin” oldular, ya da “çorba parası kazanma kabilinden” bir tezgâh kurup maişetlerini sürdürmeye çalıştılar.

Malı mülkü olmayıp belli bir eğitime sahip olmayan kitlelerde, sanayide asgari ücretlerle ve birçok sosyal haklarından mahrum bir şekilde işçi olup kıt, kanaat geçinmeye çalıştılar ve bu minvalde de yaşamaya çalışıyorlar.

Köyden kente göçmenin, birbirine bağlı, üstelik girift birçok sebebi var.

Bu sebeplerden birisi, aile başı nüfus gerçeği ve atadan, dededen, babadan kalma tarlanın, bağın, bahçenin var olan nüfusa yetmeyeceği ve çeşitli sıkıntılara yol açacağı gerçeği bir çırpıda dile getirilebilir.

Bu tür sıkıntıların önünü almak için yetkililerin elbette politikaları, planları ve çabaları da var olmalı…

Günümüzde buna çözüm sadedinde, toprakların “bil elde toplanması” fikrine dayalı toplulaştırma çalışmaları söz konusu.

Ancak, bununda, o da ileride ayyuka çıkabilecek ve belki de kalıcılaşacak sorunlara yol açabileceği de öngörülmeli.

O da, acizane olarak, toprak bir elde toplanınca, kırsalda sadece toprağı toplulaştırarak elde tutması  öngörülen kişi ve kişiler yaşamayacak, şehre yerleşecek olanların dışında elde tuttuğu toprağını toplulaştırma adına başkasına verecek olan çoğunluğun kendi topraklarında, Batılı bir dille söylersek “serf” yani topraksız köylü olarak yaşayabileceği gerçeğidir.

Bu da demek olur ki, toprak ağalığı yeniden meşruiyet kazanmış olur.

Bu tür uygulamalar bir açıdan rasyonel ve işlevsel, ama kırsalda yaşayan insanların genelini ve onların geleceğini düşündüğümüzde hiç de rasyonel olmayacaktır.

Olmayacağı gibi akıllıca da değil. Bir sorun çözülecektir belki, ama başka sorunlar sökün edecektir.

Buna sağlıklı, kalıcı, nitelikli ve adil bir çözüm de bulunacaktır, bulunmalıdır.

Yoksa Tanzimat’ın uygulanmasının bir ürünü olan –o da dönemin Batı dünyasının bir dayatması idi- toprakların “devlet(hazine) arazisi” olmaktan çıkarılması sonrasında, oluşan yasal boşluklardan yararlanan birçok aç gözlü kişi ve insan kümesinin, hem devletin ve hem de hemcinslerinin toprağına –işi kanununa uydurarak- el koyması gibi sıkıntılı süreçlere kapı açılabilir.” (Sait Alioğlu, Toprak Ağalığına “Yeniden” Kapı Aralanmasın, farklı bakıs.net, 30.05.2022)

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR