Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Hasan POSTACI


1925 Kürt Hareketi – 100. Yılında Şeyh Said-3

Hasan Postacı'nın "yeni" yazısı...


1925 KÜRT HAREKET’İNİ HAZIRLAYAN KOŞULLAR

1925 Kürt hareketinin temelinde Mustafa Kemal ve ekibinin yeni kurulacak devletle ilgili uyguladıkları politikalar vardır. Birçok tarihi belge ve vesikalar Kürtlerle ilgili ilişkilerde 29 Ekim 1923 cumhuriyetin ilanı sonrasında keskin bir dönüş yapılmış ve öncesinde yapılan açıklamaların, görüşmelerin tersine verilen sözler unutulmuş, katı bir Türk milliyetçiliği anlayışı ile yeni bir sistem inşa edilmeye başlanmıştır.  Bu yeni Kemalist sistem sadece Kürtlerle ilgili değil Anadolu’da yaşayan tüm halkları kendi ideolojik potasında şekillendirmeye koyulmuştur. Bu durum Kürtler üzerinde çok daha vahim sonuçlar doğurduğunu, birçok uzman tarihçi, araştırmacı kişilerin tespitleri, tanıklıkları ile çeşitli belge ve bilgilere dayanarak söyleyebiliriz.  Cibranlı Halit Bey’in kardeşi Ahmet Sever’in oğlu eski milletvekillerinden M. Emin Sever 1925 olaylarıyla ilgili bir makalesinde şunları söylemektedir;

“..Musul’un İngilizlere terk edilmesi kararlaştırıldığında artık Kürtlere ihtiyaç kalmaması ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyettin mevcut biçimi ile ilanı Kemalistlerin, yolun başındayken “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” diye tanımladıkları vatan artık yalnızca Türklere ait olduğu tescil edilmiştir. 1924 Anayasasında Türkçe tek resmi dil ilan edilmiş, Kürtçe yasaklanmış, Türkiye ahalisi Türk olarak ilan edilmiştir.

..Türk önderliğinin Kürtlere ilişkin politikaları, Cumhuriyet’in ilanından önce çok farklıydı. Amasya protokolünde “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı, ırkının ve kültürünün korunacağı” ve her fırsatta Kürtleri öven M. Kemal ve Lozan’da “. Sadece Türklerin değil Türklerin ve Kürtlerin temsilcisiyim” diyen İnönü sömürge politikalarını yeğlemişlerdi. Bedelini, ülkelerini işgal edenlere karşı kanlarını dökerek savaşan Kürtler, kendilerine vaat edilen haklarını alamayacaklarını ve Cumhuriyetin bu umutlarını karşılayamayacağını gördüler.”

Mustafa Armağan’ın da gündeme getirdiği Agustos1924’te ki Türk-Kürt kongresi ile ilgili Mustafa Kemal’in içten hesaplı politikasını R. Olson yorumlarken;

“..Devlet, Kürdistan’daki hareketlilik ve hazırlıklara karşı havuç ve sopa taktiği kullanmış, Kürtleri kazanmak için Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt kongresi yapmıştır. Kürt yoğunluklu bölgelere özel bir yönetim şekli, genel af, Kürtlere kredi, beş yıllık askerlikten muafiyet v.s. vaat ederek,  Kürtlerde, Hükümetin Musul sorununun çözümüne destek verecek sözü almaya çalışmışlardır. Bu amaçla benzer bir toplantı da Cizre’de yapılmıştır.”

Konuyla ilgili David Mc DOWALL ise şunları aktarmaktadır;

“Ankara’dan esen soğuk rüzgâr kısa süre içinde hissedilmeye başlandı. 1923 yazında yapılan yeni Büyük Millet Meclisi seçimleri sırasında eski milletvekillerine kendi seçim bölgelerinde yeniden seçilme şansı verilmedi. Seçime yeni adaylar katıldı ve bunlar Kürt bölgelerinde seçime girdiler, Kürtlere göre bunlar halk tarafından seçilmekten çok hükümetçe atanan kişilerdi. Kürtlerin farklı görüşleri böylelikle yeni cumhuriyetin sözde demokratik platformundan uzaklaştırılmış oldu. Aylar geçtikçe meseleler rüzgârın ne yöne estiğini göstermeye başladı. Örneğin, Kürdistan’daki tüm üst yönetim kademeleri ve alt kademelerin yarısından fazlası kısa süre içinde atanan Türkler ile dolduruldu. Kürtler tüm milliyetçi izlerden bütünüyle arınmış oldukları takdirde kaymakamlık yapmaya devam ettiler. Resmi belgelerin tümünde Kürdistan ile ilgili tüm değinmeler çıkartıldı ve Kürtçe yer isimlerinin yerini Türkçe olanlar almaya başladı. Bu arada orduda hizmet veren Kürtlerde genel olarak kötü muamele, suiistimal ve tatsız görevlere getirilme gibi şikâyetler başladı.

 Mart 1924’te bu önlemler doruğa ulaştı. Mahkemelerde yalnızca Türkçenin kullanılması yönünde ısrar, okullar da dâhil olmak üzere Kürtçenin resmi kullanımının yasaklanması, iki yıl önceki özerklik ya da taslağının ‘Kürt dilinin teşvik edilmesine’ izin verildiği dikkate alındığında, Kemalist düşüncede radikal bir değişim olduğunu gösteriyordu. Türkiye, bir yıl önce yapılan Lozan Anlaşması’nın 39. Maddesi’nde yer alan taahhüdünden vazgeçerek Kürtçenin kullanımını bir kenara atıyordu. Türkçe olmayan tüm ifade biçimlerini silip atmayı öneren ırkçı bir politikanın başlatıldığı artık açıkça görünüyordu. Dil konusundaki kararın Kürdistan’ın eğitiminden yararlanmasına etkili bir biçimde engel oldu. 1925 yılına gelindiğinde Türkiye’deki 4875 okulun yalnızca 215’i Kürdistan’daydı ve bu okullar Türkiye’nin toplam 382.000 olan kayıtlı öğrenci sayısı içinde 8.400 öğrenciye eğitim veriyordu. Kürtlerin ortaokulları da bulunmadığından eğitim gören Kürt sayısı çok sınırlıydı. Bu koşullarda Kürdistan’da toplanan eğitim vergisinin, tıpkı savaş yıllarında ölüm ya da sürülme nedeniyle boşalan Ermeni ve Kürt topraklarına terhis edilen Türk askerlerince durmadan el konulması sırasında yaşanana benzer bir hoşnutsuzluğa yol açtığı öngörülebilir.”

Cumhuriyetin ilanı sonrası başlayan ve özellikle 1924’ yoğunlaşan Kemalist reformların amacı Kürtlere verilmiş siyasi sözlerin, anlaşmaların, vaatlerin gereği oluşturulması beklenen çok milletli yapıya son vererek, Türk milliyetçiliği potasında eritmek ve tek ulus oluşturma projesini hayata geçirmektir.

Özellikle Halifeliğin birleştirici rolünün ortada kalkmasıyla, tek ulus projesi seküler bir temelde şekillendirildi. Bu durum iki açıdan Kürtlerin sindirilmesini beraberinde getirdi. İlki farklı bir dil ve kültüre sahip olmalarından dolayı etnik bir temelde hızla şekillenen şoven Türk milliyetçiliğinin hedefi haline gelmesidir. Kürtlerin asimilasyonu ve Türkleştirilme politikaları, adeta hedeflenen jakoben Türk milliyetçiliğinin kendi başarısını ölçtüğü bir alan olarak görüldü. İkinci olarak ise sözüm ona Türk Milletinin asil temellerine dönüşümünün arandığı İslam öncesi Orta Asya kültürünün temel alınmasıyla ortaya çıkan profan anlayışın hedef aldığı, düşman ilan ettiği İslami değerlerdir. İslami bağlılığı çok derin temellere dayanan, bu konudaki hassasiyetini her alanda ve zeminde ortaya koyan Kürt halkı, bu yeni reform sürecindeki ‘İslam düşmanlığını’ da kabullenemedi. Yani hem etnisite hem de din bağlamında yeni Kemalist rejimin hışmına uğramaktan kendini kurtaramadı. Sistemin, devletin, toplumla, kendi halkıyla çelişkisi bu iki alanda gittikçe derinleşerek hala devam etmektedir.

1925 Kürt hareketinin kanlı bir şekilde bastırılması sonrası tüm gücü eline geçiren Kemalizm, eğitimden kültüre, tarihten dile, dinden giyime kuşama kadar hayatın her alanında köklü reformlara girişmiş ve uyguladığı inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ilgili karşılaştığı en küçük eleştiri ve karşı koymaları acımasızca cezalandırma yoluna gitmiştir.

1925 KÜRT HAREKETİ’NİN BAŞLAMASI VE BASTRILMASI

1925 Kürt Hareketinde yaşanan olayların çok ayrıntılı detaylarına girmek bu yazının çerçevesini aşar. Zaten bu anlamda yapılmış detaylı çalışmalar var. Örneğin Timaş yayınlarından son çıkan Altan Tan’ın, ‘Kürt Sorunu-Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik’ kitabı sürecin detayları hakkında çeşitli tanıklıklar ve bilgiler içermektedir. Burada sürecin ana hatlarına değinmekle yetineceğiz. Daha çok süreçle ilgili önemli noktaları vurgulamaya çalışacağız.

Beytüşşebap olayı sonrası dağılmayla karşı karşıya gelen Azadi’ye yönelen operasyonlar bölgede bir tedirginlik ve gerilim oluşturmuştu. Operasyonlar artık tüm Kürdistan’daki önemeli kişilere, dini, manevi önderlere, şeyh ve medrese mollalarına kadar dalga dalga yayılmaya başlıyordu.

Palulu Şeyh Said 1924 sonlarına doğru tutuklanmamak için Hınıs’taki evinden ayrıldı. Evlilik dolayısıyla Cibranlı Halit Bey’le akrabalığı olduğu bilinen ve Cibranlı Halit Bey’le de görüşmeler yapan Şeyh Said tutuklanacağına dair bilgiler de alınca Zazaca konuşan Palu-Lice-Hani bölgelerine hareket etti. Başta kendisi de Zaza olduğu için bu bölgelerde kendine bağlı müritlerini etrafına toplamakta zorluk çekmedi. Olaylar Şeyh Said’i yeni bir hareketin lideri haline getirirken, Azadi’nin başaramadığını başarmak, için kendisinin manevi önderliği ile yeni bir oluşuma, harekete doğru yol alıyordu. Kendi bölgesi dışında kalan aşiretlerle de görüşmeler yapıp onları bu harekete katılmaya ikna etmeye çalışıyordu. Bu süreçte Kurmak, Lawlan ve Hormek gibi alevi aşiretlerini bu davaya katılmaya, destek vermeye ikna edemedi. Bunda Şeyh Said’in Sünni bir Nakşibendî şeyhi olması kadar Hamidiye alayları döneminde bu aşiretlerin Cibranlılardan gördükleri haksızlıklar ve zulümlerden dolayı duydukları nefrettin de etkisi vardı. Cibran’ın desteklediği Şeyh Said’e destek vermeye, katılmaya bu nedenle yanaşmıyorlardı.

Şeyh Said’in Azadi yapılanması içinde yer aldığını, ilişki kurduğunu yukarıda belirtmiştik. Şeyh Said, Cibranlı Halit Beylerin damadı olması hasebiyle zaten bir akrabalıkları oluşmuştu. Halit Bey’in Şeyh Said’i ve bölgedeki ileri gelen Şeyh ve aşiret reislerini Azadi’ye katılmalarını sağlamak için görüşmeler yatığını biliyoruz. Bu konuda M. Emin Sever şunları aktarır;

“..Örgüt saflarında var olan şeyh ve din adamlarının, yoğun bir şekilde Azadi’ye akmaları, daha çok 1924 dinsel reformların sonuna denk gelir. Azadi bu tepkileri, ulusal kanada akıtmasını bilmiştir. Geleneksel kanadın en önemli isimleri Şeyh Said Efendi, Şeyh Abdullah Efendi, Şeyh Şerif Efendi benzeri insanlar 1924 yazı boyunca ulusalcı saflara kazanılmışlar ve Azadi çevrelerinde yerlerini almışlardır..”

Şeyh Said, Azadi yapılanması içinde yer alsa dahi bu hareketin yeni ve kendine has bir hareket olduğunu vurgulamak gerekir. Şeyh Said önderliğindeki bu yeni süreç, nitelik, geliştirdiği söylem ve harekete geçirdiği dinamikler Azadi’nin temel aldığı ulusalcı bir çizgiden çok İslami bir kurtuluş ve halifeliğin ilgasına karşı bir başkaldırı olarak kendini göstermiştir, ifade etmiştir. Diğer taraftan hareketin yayılım sürecine yön veren liderlerin tamamına yakını tarikat şeyhleri ve medrese âlimleriydi. Hatta Azadi’nin çözülme sonrası dışarıda olan kadrolarından destek almadığı yerler bile olmuştur. Örneğin Diyarbakır kuşatmasında Azadi’nin önemli kurucularından ve destekçilerinden Cemil paşazadeler katılım ve destek sağlamamışlardır. Hatta cemil paşazadelerden Mehmet Bey’in kendi maiyetindeki adamlarını harekete karşı çatıştıklarını görüyoruz(Detaylı bilgi için M.V. BRUINESSEN makalesi). Ordu ve bürokrasideki Azadi yapılanması içinde bulunmuş ileri gelenlerinin harekete katılımı yok denecek kadar zayıf kalmıştır. Birçok ilde örgütlü birimleri bulunan Azadi’nin özellikle modern eğitim almış ulusalcı kanattakilerin esameleri bile okunmamaktadır. Bu durumun nedenlerinin başında toparlayıcı, karizmatik lider isimlerin yani Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey gibi önemli kişiliklerin tutuklu olması gelmektedir. Bu öncü ve toparlayıcı lider kişiliklerin tutuklu olması bir yandan Azadi’nin çözülmesini hızlandırırken, diğer yandan yapılanmanın geleneksel dini liderlerle, modern ulusalcı tabanın arasındaki bağlarında kopmasını beraberinde getirmiştir. Bu konuyla ilgili D. Mc DOWALL şu tespiti yapar;

“..Bu Kürt cenahında farklı coğrafi, dil, sosyo-ekonomik ve dini kökenden Kürt unsurların birleştirilmesinde zorluk yaşandığı tekrar görülüyordu. Yalnızca Sünni Zaza aşiretleri ayaklanmıştı. Kırmançi konuşan çoğunluk içinden yalnızca Cibran ve Hasanan ve muhtemelen bunların kimi kolları isyana katılmıştı. Diyarbakır civarında oturan ve bir aşirete mensup olmayan köylüler parmaklarını bile kıpırdatmamışlar ve köylülerin savaşamayacağı düşünülerek neredeyse kesinlikle desteklemeleri için davet bile edilmemişlerdi. Diyarbakır’a göçerek kentin içinde yaşamaya başlayan Zaza kökenli aşiret mensupları ise isyancılara kentin duvarlarından içeri sızmaları konusunda yardım etmiş fakat bizzat savaşmamışlardı. Kentteki Cemil zadeler gibi tanınmış milliyetçiler ise ya korktukları ya da bu taşralı asileri küçük gördükleri için yerlerinden kıpırdamamışlardı..”

    

Şey Said harekâtın, Mart ayının ortalarında başlatılmasını planlıyordu. Buna göre aşiretler kendi bölgelerinde yönetimi ele geçirecekler. Devlet memurlarını ve subayları tutuklayacak veya bölge dışına göndereceklerdi. Harekâtı beş bölgesel güç yönetecek, tüm gruplar bu beş bölgeden birinin komutasına gireceklerdi. Yönetim kademelerinin çok büyük bölümünde saygın dini âlim ve liderler vardı.

Ancak süreç planlandığı gibi gitmedi. 8 Şubat 1925’te Piran’da açıkça bir provakason olduğu belli olan bir komployla sözüm ona bir grup kanun kaçağını almak isteyen Jandarmaların çıkarttığı kargaşada çatışma çıkar ve bir Jandarma öldürülür. Şeyh Said olayı sakinleştirmeye çalışması başarılı olmaz ve olay hızla yayılır. Komplo başarıya ulaşarak harekâta erken doğum yaptırılır.

Kısa sürede Lice ve Hani’de yönetim ele geçirilir. Şeyh Said harekâtın başladığını bir Kürt Hükümeti kurarak açıklar. Ardından Halifeliğin yeniden tesisini isteyen bir bildiri yayınlar. Biraz da siyasi desteğini arttırmak için II. Abdülhamit’in oğullarından birini Kürdistan Kralı olmasını ilan eder. Konuyla ilgili David Mc DOWALL şu bilgiyi verir;

“..Şeyh Sait’in dizginleme çabalarına rağmen, kargaşa hızla yayıldı ve isyan bayrağını çekmek zorunda kaldı. Lice ve Hani bir hafta içinde düştü ve hemen ardından da Chabaqchur yenildi. Bölgeden ayrılan ya da kaçan isyancıların karşısına çıkmak üzere birlikler gönderildi. Şeyh Sait destek toparlamak için, bir Kürt hükümetinin kurularak, halifeliğin yeniden tesisini isteyen bir manifesto yayımladı, bunu Sultan Abdülhamit’in oğullarından birinin Kürdistan Kralı ilan edilmesi izledi..” 

 13 Şubat 1925’te başlayan harekât, ay sonunda sayıları 5.000 kişinin topladığı bir grupla Diyarbakır’a doğru yürünülür. Diyarbakır kuşatma altına alınır. Şeyh Sait Diyarbakır’ı almasına yardımcı olması için bir Azadi üyesi olduğunu düşündüğü Milli aşiretin beyi Mahmud bin İbrahim’e başvurur ama destek ve katılım alamaz.

 Diyarbakır isyanın temel dayanağı olmasına rağmen, başka yerlerde de ilerlemeler kaydedilir. Mardin ve Ergani Martın ilk haftasında düştü. Kuzeydoğuda Hasanan ve Cibran aşiretleri aynı sırayla Malazgirt ve Bulanık’ı aldılar ama Kurmak ve Lawlan’ın büyük direnciyle karşılaştılar. Erzurum ve Erzincan’a doğru ilerleme planlarını büyük ölçüde Kurmak ve Lawlan aşiretlerinin direnciyle karşılaşır.

 Bu arada Muş ovasından geçerek Bitlis’e doğru ilerleyen gruplar orada kendilerini desteklemek istemeyen aşiretler karşılaşırlar. Batıda, 24 Mart’ta ele geçirilen Elazığ’a doğru ilerlemişlerdi. Elazığ’da üzüntü verici, hareketi halk nezdinde lekeleyici bir şekilde yağmalanmaya teşebbüs edenler olur. Bu tür olaylar Elazığ’daki halk desteğini kaybetmelerini beraberinde getirir. İletişim ve koordinasyon eksikliği harekâtın yayıldığı bölgelerde kimi aşiretlerden destek alamaması, ordu içindeki Kürt kökenli asker ve subaylarla ve bölgede etkili devlet memuru ve bürokratlarla ilişki kurulup katılımlarının sağlanamaması, ağır kış koşulları gibi sebeplerden dolayı harekât, Mart sonunda hızını kaybetmeye başlar.

 Mustafa Kemal’in müdahalesiyle, ivedi bir kararla Başbakan Fethi Okyar görevinden alınır Yerine İsmet İnönü atanır. 4 Mart’ta bölgede olağan üstü hal ilan edilir ve bir o kadar sert tedbirler açıklanır. Biri doğuda diğeri Ankara’da olmak üzere iki ‘İstiklal Mahkemesi’ kurulması kararlaştırılır. Doğudaki mahkemenin Ankara’ya danışmadan ölüm cezası verme yetkisi verilir. Bu durum Takrir-i Sükûn Yasası ile meşrulaştırılır.

 İnönü hükümeti, Cumhurbaşkanı’nın onayıyla her türlü gericilik(!) ve isyanı(!) bastırmaya, bu doğrultudaki her türlü teşvik ve cesaretlendirmeyi ya da düzene veya ülkenin toplumsal uyumuna zarar verme kuşkusu taşıyan her türlü yayını engellemeye doğrudan yetkilendirilir. Böylesi hareketleri yaratanlar İstiklal Mahkemeleri’ne çıkarılarak yargılanır. Kısaca çok sert ve bir o kadar keyfi ve esnek uygulamaya zemin hazırlayan yasal düzenlemeler tam bir sindirme ve kıyımı beraberinde getirdi.   

 İngiliz Büyükelçisi ve benzeri o döneme tanıklık edenler bu yasa, hükümete ne isterse yapma hakkı tanıdığından, ne kadar geniş bir baskı ağına sebebiyet verdiğini tahayyül etmenin zor olduğunu dile getiriyorlardı. Yasa iki yıl yürürlükte kalır.

 Devlet, Şubat sonunda yaklaşık 35.000 kişiden oluşan sekiz piyade bölüğü harekete geçirdi.  1 Mart’ta Fransa, bu güçlerden bazılarının isyana müdahale etmek için kendi bölgesindeki topraklardan geçen demiryolunu kullanmasına izin verdi. Nisan sonuna kadar bölgedeki Türk kuvvetlerinin sayısı 52.000’e çıktı. Bir yandan hava kuvvetleri bölgeyi bombardımana tutarken, diğer yandan bölgeye yönlendirilen çok sayıda askeri birlik, harekâtın yoğunlaştığı bölgeleri hedef aldı. Ardından Kürt harekâtının geri çekilmesini sağladı. 26 Mart’ta gelindiğinde bölge kuşatma altına alınmıştı.

 Etkilenen bölgedeki köylülere en yakın sivil ya da askeri otoriteye gelip, isyana(!) sempati duymadıklarını deklare etmedikleri ve kendi bölgelerine giren isyancı(!) liderleri teslim ederek kanıt sunmadıkları takdirde askeri şiddette maruz kalacakları uyarısı yapıldı. Çember daraldığından harekât, küçük gerilla grupları halinde dağılır. Bazıları kaçmayı başarırken, çoğu ya öldürüldü ya da çatışma sırasında esir alındı. Son çatışma Gani ve Palu arasında yapıldı. Şeyh Sait ve adamları kuşatmadan kaçmayı başardılar ama bir Cibran reisinin açık ihaneti ve Yüzbaşı Kasım denilen bir ajanın ihbarı sonucunda 14 Nisan’da Muş’un kuzeyindeki Murat nehrini geçerken yakalanırlar.

 

Kaynak: Farklı Bakış

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR