Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Hasan POSTACI


1925 Kürt Hareketi – 100. Yılında Şeyh Said-2

Hasan Postacı'nın "yeni" yazısı...


AZADİ YAPILANMASI

1925 Hareketi ile ilgili ilk ciddi çalışmalardan biri Hollandalı Martin Van Bruinessen tarafından yapılmıştır. 1925 Kürt hareketinin önemli bileşenlerinden biri olan Azadi’nin önemini vurgulayan ilk akademisyende Bruinessen’dir. Bruinessen Azadi’nin kuruluşunu şöyle aktarmaktadır:

“Türkiye’de ise 1923’te Azadi örgütü kuruldu. Daha önceki örgütlenmelere göre epey farklı bir örgüt olarak kurulmuştu. Bu örgütün kadrosunu kent soylular değil (birkaç kişisel etki dışında), deneyimli askerler oluşturuyordu. Merkez İstanbul’da ya da Ankara’da değil, 8.Kolordunun bulunduğu Erzurum’daydı. Merkez yöneticileri: Halit Bey, II. Abdülhamit’in Hamidiye orduları için kurulduğu okula devam etmişti. Milis kuvvetleri içinde büyük bir saygınlığa sahipti ve düzenli orduda albay rütbesindeydi. Gördüğü şehir eğitimden olacak, diğerlerine göre daha ulusalcıydı. Yusuf Ziya Bey Bitlis milletvekiliydi; bu nedenle şüphe çekmeden gezip temaslar kurabiliyordu.”

Bruinessen, Azadi’nin kuruluşunu 1923 olarak veriyorsa da, mevcut veriler değerlendirildiğinde, örgüttün kuruluş tarihinin 1921 olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak örgüttün çalışmalarını yoğunlaştırması 1923 sonrasına rastlar. Bu konudaki ciddi çalışmalarından birine sahip olan Robert Olson 1921 tarihine dikkat çeker:

”Ancak isyan, milliyetçi Kürt cemiyetleri, aşiret reisleri ve şeyhler arasında işbirliğinin mümkün olduğunu da göstermiştir. Dahası Kürt milliyetçiği ve hatta muhtariyet için 1925 Hareketi ve Azadi verilen mücadele vilayetlere kaymıştır ve buradan devam edecekti. Yabancı bir şehirde veya İstanbul’da kurulmuş olmayan ilk milliyetçi Kürt cemiyeti, faaliyetlerine 1921 yılında Erzurum’da başladı.”

Ermeni yazar ve araştırmacı Garo Sasuni ‘de 1920’li yılları işaret ederek Azadi’nin kuruluşunu şöyle anlatmaktadır:

“Kürtler artık yeni Türkiye devleti karşısında yapayalnız kalmış olduklarını gördüklerinde, İslam olmalarının ve daha önce Türklere yapmış oldukları yardımların artık hiç dikkate alınmadığını ve bilakis tam aksine “Türk” tehlikesinin yalnız kendilerine karşı yönelmiş olduğunu anlayarak,1920 yılının Kasım ayında Cibranlı aşiret reisi Albay Halid, Bitlis mebusu Ali Rıza ve Kemal Fevzi Beyler ile Şeyh Said Nakşibendî’nin yönetiminde bir iç örgüt kurmaya yöneldiler. Bu örgüt Kürt Ulusu içine yavaş yavaş kök salarak, birkaç yıllık çalışmalardan sonra mükemmel bir ağ halinde bütün Kürdistan’ı sardı.”

Olaya resmi ideolojinin çerçevesinde bakan Prof. Dr. Ergün Aybars, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları adlı kitabında Azadi kadrolarının faaliyetlerinin 1.Dünya Savaşı sonrasında başladığını belirtiyor ve şöyle aktarıyor.

“Birinci Dünya Savaşı içinde Kürtler çeşitli etkiler altında kaldılar. Cibranlı Albay Halit Bey bölücülük çalışmalarına başladı. 1919’da Şerif Paşa Paris’te Kürt delegesi olarak çalıştı. 1 Mart 1920’de Barış Konferansı’na sözde bir Kürdistan haritası sundu. Bu konuda Ermeni delegeleri ile maalesef anlaştı. Sevr Anlaşması Kürtlere bazı imkânlar tanıyınca Halit Bey “Kürt Teali Cemiyeti başkanı seyyid Abdulkadir ve Bitlis Mebusu olarak TBMM’nde bulunan Yusuf Ziya Bey ilişki kurarak Milletler Cemiyeti’ne gitmek istediler.”

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılış süreci ile beraber Kürt hareketliliği ve örgütlenmesi İstanbul merkezli olmaktan çıkmıştır. Dönemin tanıklarından ve Azadi örgütünün en faal yöneticilerinden olan İsmail Hakkı Şaweys’in “Troşnak”’ın 1925 Aralık sayısında yayınlanan ve Garo Sasuni tarafından aktarılan raporunda konuyla ilgili şunlara değinir:

“Türklerin devamlı hücumlarına maruz kalmış olan ve onların yok etme siyaseti altında inlemekte olan Kürt Ulusu önderlerinin etrafında toplandı. Cibran aşiret reisi Albay Halit bey’e Kürt halkının haklarını isteme ve elde etme görevi güvenle ve oybirliği ile verildi. Halit Bey ilk kez 1920 Ekiminde gizli olarak merkezi Erzurum’da bulunan bir “Kürdistan Bağımsızlık Komitesi” kurdu. Komite Türklerin boyunduruğundan kurtulmayı ve bağımsızlığa kavuşmayı amaç edinmişti.

Komite birkaç ay içinde Kürdistan’ın birçok şehrinde şubeler açarak Kürdistan’ın en ücra köşelerine kadar yayıldı. Dersimlilerle irtibat tahsis edildi ve komitenin ilk işi Kürtçe yayınlar yapmak oldu. Bu suretle birçok sayıda Kürtçe kitaplar yayınlandı ve sözlü edebiyat toplanılma işine girişildi. Komite ayrıca, aşiret reisleri, ulemalar ve şeyhlerle irtibat temin etmekle kalmayıp, özellikle Türk okullarındaki Kürt öğrencilerle, Türk ordusundaki Kürt subaylar ve devlet dairesindeki Kürt memurlarla da ilişkiler kurdu.”

Gora Sasuni’nin Kemalist yönetici kadrolara vurgu yapmak yerine üstteki alıntıda, ‘..İslam olmalarının ve daha önce Türklere yapmış oldukları yardımların artık hiç dikkate alınmadığını ve bilakis tam aksine “Türk” tehlikesinin yalnız kendilerine karşı yönelmiş olduğunu anlayarak..’ son raporunda ise ‘Türklerin Hücumlarına..’ gibi ifadeleri, halkların çatışması anlamına dönük dil kullanmasını ayrıca bir özenle seçilmiş vurgular ve bir saptırma olarak görmek gerekir.

Kürt ulusalcılarının özellikle 1925 Kürt hareketini Azadi örgütüne bağlamaya çalışmasının amacı hareketin İslami yönünü örtmeye veya önemsizleştirmeye dönük bir çaba olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle 4 Mart 1924‘te halifeliğin kaldırılması Anadolu’nun genelinde olduğu gibi Kürt halkının yaşadığı bölgelerde de Müslüman halklar arasında ciddi rahatsızlıklar oluşturmuş, büyük üzüntülere sebep olmuştur. Bu duruma birçok araştırmacı, tarihçi dikkat çeker. Örneğin Modern Kürt Tarihi yazarı David Mc DOWALL kitabında şunları söyler;

“..Mustafa Kemal 4 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı. Bu gerçek bir infiale yol açtı. Muhalefeti öldürme ve yaşatma konusunda tüm yetkilere sahip olan ‘İstiklal Mahkemeleri’ni kurarak ve halifeliğe ya da dini siyasi yaşama karıştırmaya ilişkin Vatan’a İhanet Yasası’nı çıkararak caydırdı. Bu Kürtler ile Türkler arasındaki son ideolojik bağları da koparttı. Dini okulların, medreselerin ve kuttabların kapatılması birçok Kürt’ün kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırdı. Türkiye’yi dini kurumlarından arındıran Mustafa Kemal Türkiye’nin 1919-22 yılları arasındaki kuruluşuna yardımcı olan birçok Kürt’ü kendine düşman etmişti. Bunlar halifeliğin savunulmasına gerçekten inanan dinci şeyhler ve eski Hamidiye ağalarıydı.”

Benzer şekilde M. Van BRUINESSEN:

“..Kemalist yönetimin rayına oturmasıyla beraber Ermeni tehlikesi ortadan kalktı ve bağlayıcı nitelikteki ikinci olgu, yani Halifelik, 1923’te Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber ilk darbeyi yedi. Halifeliğin bir sonraki yıl kaldırılmasını birçok Kürt şok olarak yaşadı.. Kontrolü tamamen reformcuların eline geçen devlet, bir çok Kürdün ( ve Türkün) gözünde meşruluğunu da yitirdi..”

Tabiî ki Lozan sonrası tamamen netleşen, kesinleşen önemli sonuçlardan biri Kürtlerin siyasi geleceklerine dönük verilmiş sözlerin tutulmaması, vaatlerin boşa çıkmasıdır. Bu durumu ilk fark edenler Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya bey gibi Osmanlının son döneminden Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkış sonrası, Sivas, Erzurum Kongreleri ve ilk meclisin kuruluşu ve sonrasında yaşananlara en üst düzeyde tanıklık etmiş, içinde de yer almış Kürt asker ve bürokratlardı.

Bu bağlamda meydana gelen siyasi olaylar sonrası Kürt Teali Cemiyeti içinde iki farklı anlayışı belirgin hale getirmişti. Bir tarafta Türklerle beraber aynı kaderi paylaşalım diyen ve başını Seyyid Abdulkadir’in çektiği gurup vardı. Diğer tarafta bağımsız bir Kürdistan düşüncesini benimseyen ve öncülüğünü Cibranlı Halit Bey’in yaptığı gurup ki bu grup, İstanbul merkezli Kürt Teali Cemiyetinden ayrılarak ‘Azadi’ adıyla, Halit Bey’in görev yaptığı Erzurum merkezli Kürdistan’a dönük bir yapılanma, örgütlenme içine girdi.

Azadı’nın kurucu kadroları, bölgede önemli bir saygılığı bulunmasına rağmen halk tabanı sağlamada etkin değildiler. İstanbul kökenli seçkin feodal beylerin çocuklarından oluşmuş bu kadrolar halkı arkasından sürükleyebilecek bir sosyopolitik güce sahip değildiler. Daha çok devlet bürokrasisinde ve ordu içindeki Kürtler üzerinde saygınlıkları vardı.

Bunun en önemli nedeni Osmanlının II. Mahmut sonrası iyice artan devletin merkezileşmesini ve özellikle emirliklerle yönetilen Kürdistan’da bunların yerine devlet memurlarının getirilmesi ile ilgili yapılan reform çalışmalarıdır. Her yeri kendine katı kurallarla kendine bağlamak adına buralara gönderilen memurlar, çıkan anlaşmazlıklar ve sorunlar karşısında güçlü olan tarafla, yerel feodal beylerle çoğu kez anlaşarak, işbirliği yaparak, rüşvet alarak ve her türlü usulsüzlükler yaparak halka karşı adil olmayan acımasız uygulamalarla ve yolsuzluklarla halkın nefretini kazandılar. Bu durum devlete olan güveni de zayıflattı. Diğer taraftan halk yapılan reformların Avrupalı güçler tarafından dayatıldığının düşünüyordu. Hıristiyan azınlıkların korunmasına dönük alınan tedbirler İslam’a ve Müslümanlara bir tehdit olarak algılanıyordu. Reformlarla gelişen bu durum başta Nakşibendî tarikat şeyhleri ve diğer tarikat ve şeyhlerinin siyasi rolünü ve gücünü arttırmıştır. Bu durumu M.V. Bruinessen şöyle açıklar;

“ .. Ancak yenilikçi II. Mahmut’un yönetimi sırasında, söz konusu bölgeler(Kürt vilayetleri kastediliyor) merkezin kontrolü altına alındı ve vaktiyle özerk olan beyler fiziksel olarak bölgelerinden uzaklaştırıldılar. İdari merkeziyetçilik doğrudan bu bölgede huzura yol açmadı. Bundan öte, durumlarda tersi söz konusuydu. Genelde emirlerin hâkim ve aracı olarak otoritesi kabul görürdü. Hükümranlığı otokratik ve çoğu kez sertti. Fakat genelde adil ve tatmin edici ölçüde güvenliği sağlayıcı nitelikteydi. Emirlerin yerine göreve başlayan memurlar ise yabancıydı ve çoğu kez barış ve güvenliği sağlamada başarısız kalıyorlardı. Çünkü genelde otoriteleri tanınmazdı ve anlaşmazlık durumlarında bazen taraflardan biriyle iş birliği içerisine girerlerdi. Nakşibendî tarikatının hızlı yükselişine ve şeyhlerin artan siyasi rolüne bu arka plandan bakılmalıdır. Önceleri Kürt emirleri tarafından idare edilen bölgelere yerleşen şeyhler, aşiretler arasındaki bazı aracı işlevleri üstlendiler; kimi şeyh, doğal göreviymişçesine lider konuma geldi. Bu yepyeni bir olgu değildi: Geçmişte de aşiretler üzerinde siyasi etkinliği olan şeyhler vardı, fakat bir emirin bulunduğu yerde onun otoritesi şeyhin gücünü aşmaktaydı. Emirlerin ortadan kaybolması, şeyhlerin artan etkinliklerinin nedenlerinden biri olmuştur.”

Azadi kadroları aşiret reisleri ve sivil ve askeri bürokratlar geniş bir halk desteği almak için dini tarikat liderlerinin desteğinin almanın önemini biliyorlardı. Özellikle Hamidiye alayları döneminden kalmış aşiretler arası husumet ve nefretler ancak İslam’ın ve bunları temsil eden dini tarikat şeyh ve önderlerinin birleştirici rolleriyle ortak bir güç birliğine dönüştürülebilirdi. Zaten sonraki gelişmeler yeni bir hareket oluşmasını ve hareketin önderliğinin Şeyh Said liderliğinde din âlimlerine geçmesini beraberinde getirmiştir. M.V. BRUINESSEN tespiti ile:

“.. Azadi üyeleri genel bir isyan başlatabilecek kadar Kişisel otoriteye sahip olmadıklarının farkındaydılar ve bu sebeple büyük izleyici kitlesine sahip oldukları bilinen aşiret reisleri ve şeyhlere yöneldiler. Temasa geçtikleri ilk kişilerden biri Halit Bey’in ailesine içgüveysi olarak giren Şeyh Said’ti. 1924’de yapılan ilk kongrede genel değerlendirme yapılarak, strateji saptandı. Daha bu kongrede Şeyh Said önder bir rol üstlendi.. ”

BETÜŞŞEBAP OLAYI

Azadi lideri Cibranlı Halit Bey bölgede halk desteğini almak için mutlaka tarikat liderleri ve şeyhlerin desteğini almanın önemli olduğunun bilincindeydi. Bu nedenle bölgede bulunan şeyhlerle görüşmeler yapmış ve onları Azadi oluşumuna destek vermeye, katılamaya davet etmişti. Şeyh Sait ile bu anlamda görüşmeler yapıldığını da biliyoruz. Fakat sonraki gelişmeler ve özellikle Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey’in Beytüşşebap’taki başarısız başkaldırı sonrası tutuklanıp Bitlis’te cezaevinde olmaları Şeyh Sait’i yeni bir hareketi oluşturmaya sevk etmiş ve bu yeni hareketin önderi haline getirmiştir. Beytüşşebap olayı Kürtlerin kapsamlı, örgütlü bir yapılanmayla kendi kaderlerini belirleme yönünde hazırlıklar yaptığının Kemalistlerce fark edilmesine ve tehlikenin(!) ne kadar büyük olduğunu görmelerine neden olmuştur. D. Mc DOWALL bu olayla ilgili;

“.. 1924 Ağustosta Yedinci Ordu Komutanlığı’nın 18. Tabur’u sınır bölgesinde huzursuzluk yaratan Süryaniler ile ilgilenmek üzere Hakkâri’deki birlikler Beytüşşebap’a sevk edildi. Türkiye’nin Musul vilayetini işgal etmeye niyetli olduğu da düşünülebilir. Ağustos sonunda örgüt komutaları İhsan Nuri ve Rıza İstanbul’da halifeliğin kaldırılmasından ve Mustafa Kemal’in giderek diktatörce olmaya başlayan yöntemlerinden dehşete kapılan önemli sayıda insanla tanışan Yusuf Ziya’dan şifreli bir telgraf aldılar. Telgrafın Azadi’nin ve Mustafa Kemal’e muhalif Türklerin isyana hazır olduklarını gösterdiğini düşünen İhsan Nuri ve Rıza 3 Eylül’ü 4 Eylül’e bağlayan gece Beytüşşebap’ta bir ayaklanma çıkarmayı planladılar. Ancak yerel aşiretlerin hiçbirini ayaklandırmayı başaramadılar ve 500 subay ve isyancı Irak’a kaçtı.”

Böylece Azadi’nin ilk girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Ama bu olay bir yandan hareketle ilgili koordinasyon ve gizliliğin olmadığını ortaya çıkarırken, diğer yandan Kürtlerin bir harekât hazırlığı ve Ankara’ya karşı büyük bir hoşnutsuzluk içinde olduklarını da ortaya çıkarmıştı.

Bu hareketin ardından Azadi öncülerine, kadrolarına karşı yoğun bir istihbarat ve hemen sonrasında tutuklanmalar başlatıldı. Cibranlı Halit Bey, eski Mebus Yusuf ziya Bey, Bitlisli Hacı Musa Bey başta olmak üzere birçok tutuklanma gerçekleşti. Bu operasyonlar Azadi’nin ağır bir darbe yemesini neden oldu. Bir yandan Azadi sempatizanı subaylar tasfiye edilirken diğer taraftan örgütte çözülmeler ve ayrılmalar başlamıştı. Bu süreç Şeyh Said önderliğinde yeni bir hareketin şekillenmesini beraberinde getirdi.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR